19 Şubat 2013 Salı

ANNA KARENINA – THE MASTER – FLIGHT – THE SESSIONS



 
 
Oscar gecesi yaklaşırken ön plana çıkan filmlerin incelemelerini tamamladık.Ancak uzun uzun yazmaya fırsat bulamadığım yapımlar da oldu tabi ki.Onları es geçmeye gönlüm razı olmadığından kısa kısa değinmek istedim.Seçtiğim 4 film için bir şeyler karaladım.



 

 
ANNA KARENINA : Roman uyarlamalarına ayrı bir takıntısı olduğunu düşündüğüm yönetmen Joe Wright’ın Anna Karenina’sı sunduğu yeniliklerle dikkat çekiyor.Yapımın neredeyse tamamı tiyatro dekorlarının önünde geçmekte.Sahne değişimlerinde dekorlar da hemencecik değiştiriliyor.İlgi çekici ve renkli bir detay olmuş eser adına.Aslında Wright’dan daha çok sanat yönetmenleri Sarah Greenwood ve Katie Spencer’ı tebrik etmek lazım.Prodüksiyona kadın eli değdiği belli zaten.Yönetmenin de yapay ortamlarla yaratılan bu doğal ve canlı dünyayı yoğun bir dans altyapısıyla desteklemesi filmi iyice peri masalına dönüştürmüş.Artık Joe Wright’ın kadrolu oyuncusu olan Keira Knightley bu filmi de atlamamış, Anna Karenina rolünü kapmış.Genel yorumların aksine kendisinin performansını beğendiğimi söylemeliyim.Anna’nın tutkulu aşkını ve bu aşk uğruna yerle bir olan psikolojik travmalarını sanatsal bir dozla sergilemiş.Sırf onun İngiliz aksanını duymak bile yetiyor bana.Yapımın en başarılı yanı kostüm tasarımları.Hepsi ayrı ayrı muhteşemler.Gerçekten bir masal dünyası havasını veren bu abartı çalışmalar öyle etkileyici ki filmi geri sarıp elbiselerin ayrıntılarına bakanları gördüm.Bu özelliklerin dışında senaryonun çok etkileyici olmadığını söyleyelim.Fazla uzatılan gereksiz sahnelerle birlikte sonlara doğru sürükleyicilik kaybolmaya başlıyor.Buna rağmen film, Anna’nın uğruna herşeyden vazgeçtiği yasak aşkının anlatıldığı hikayeyi milyonuncu defa sinemada izleme şansını bizlere sunuyor.

Oscar Adaylıkları : 4 dal.En İyi Görüntü Yönetimi, En İyi Kostüm Tasarımı, En İyi Özgün Müzik, En İyi Prodüksiyon Tasarımı.

 
 
 
 
THE MASTER : The Master’ın bu sene beni en çok etkileyen filmlerden biri olduğunu söyleyerek başlamak istiyorum.Magnolia ve There Will Be Blood gibi iki efsane eserin sahibi yönetmen-senarist Paul Thomas Anderson’un geniş vizyonundan da farklı bir şey beklemek yanlış olurdu kanımca.Filmin hikayesi 2. Dünya Savaşı gazisi denizci Freddie Quell’in, savaş sonrası bozuk psikolojisi nedeniyle hiçbir işte dikiş tutturamaması ve günün birinde o yılların dini tarikatı “The Cause”ın lideri Lancester Dodd ile tanışması sonucu yaşamının değişmesi etrafında şekilleniyor.Günümüzdeki Scientology tarikatının tohumlarının atıldığı yıllar olarak kabul edilen dönemdeki o başıboşluğun halen devam ettiği The Master sayesinde gözler önüne seriliyor.Dini manipülasyonların hangi altyapıda olursa olsun kitleleri peşinden sürükleyebileceğinin kanıtı adeta.İnancın ne kadar esnek ve değişken olabileceğine dair güzel bir örnek teşkil ediyor.Aslında tüm inanlar olarak son derece trajikomik durumlara düşebileceğimizi görmemiz açısından çok etkili bir yapım olmuş.Freddie Quell rolündeki Joaquin Phoenix’in çıkardığı oyunculuk beni mest etti.Kendisi bu senenin en iyi performansını çıkarmış bence.Quell’in nevrotik hallerini, fiziksel kusurlarını, delirip kendinden geçmelerini yansıtışı için hangi kelimeleri kullansam az gelir.Hele hücre sahnesindeki çıldırışlarını hiç unutmayacağım.Bir oyuncu Oscar almak için daha nasıl bir performans sergilemeli sadece bunu sormaktayım.”En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu”  dalında Oscar’a aday gösterilen Philip Seymour Hoffman ‘ın oyunculuğunu diğer yapımlarda gösterdiklerinden farklı bulmadım.”En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” dalında yarışacak olan Amy Adams kendisinden çok daha etkileyici bir performans sergilemiş.Sonuç olarak The Master defalarca izlenecek bir yapım.Akademi’den “En İyi Film” dalında yüzde bin adaylık almalıydı.

Oscar Adaylıkları : 3 dal.En İyi Erkek Oyuncu (Joaquin Phoenix), En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Philip Seymour Hoffman), En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Amy Adams).

 
 
 

FLIGHT : Forrest Gump ve Cast Away gibi kaliteli işler çıkartan Robert Zemeckis’in ortalama çalışmalarından biri Flight.Düşmekte olan bir uçağı tüm imkansızlıklara rağmen ustaca indirmeyi başararak kazanın sadece 6 can kaybıyla atlatılmasını sağlayan alkol bağımlısı pilot Whip Whitaker’in hikayesini anlatan film, Denzel Washington’u başrole taşıyor.Bir kahraman olmayı beklerken uçuş öncesi kullandığı alkol ve uyuşturucunun ortaya çıkması Whitaker’i bir anda sanık sandalyesine oturtuyor, ardından olaylar gelişiyor.Aslında John Gatins’in yazdığı senaryo fena değil.Çok etkileyici başlayıp ilerliyor film.Ancak sonra etkisini kaybetmeye başlıyor.Tüm hikaye kurgusunu sadece Washington’a taşıtmaya kalkışmak buradaki en büyük hata olmuş.Bu eksiğe rağmen çok önemli mesajlar vermeyi başarıyor film.Alkol bağımlılığı gerçeğiyle yüzleşmeyip sürekli kaçan ve yalan söyleyen bir adamın bu yolla özgür kaldığına inandığı hikayede, insanı asıl özgür bırakanın gerçeği kabullenmek ve itiraf etmek olduğu net bir biçimde iletiliyor.Washington’un performansı bu mesajı iletmede önderlik etse de filmin genelindeki oyunculuğunu çok da çarpıcı bulmadım.Kendisi tek bir sahne ile Oscar adaylığı  kapanlardan.Muhtemelen mahkeme sahnesi Akademi’yi etkiledi de böyle bir adaylık geldi diye düşünüyorum.Genel olarak Flight’a bu yılın sesi cılız çıkan işlerinden biri diyebiliriz.

Oscar Adaylıkları : 2 dal.En İyi Erkek Oyuncu (Denzel Washington), En İyi Özgün Senaryo (John Gatins)

 
 
 

THE SESSIONS : Yönetmen ve senarist Ben Lewin’in bir gazete haberinden uyarladığı The Sessions sezonun farklı ve iç burkan yapımlarından biri.John Hawkes ve Helen Hunt’ı izleme şansı yakaladığımız filmde, geçirdiği kaza sonucu hareket edemeyen ve nefes almak için demir bir cihaza mahkum olan Mark O’Brien’ın yaşamı, yaralayıcı bir dram olarak izleyiciye aktarılmakta.Ömründe hiç seks yapma fırsatı olmadığından bu tecrübeyi yaşamak isteyen O’Brien’ın, seks seansları için tuttuğu Cheryl ile olan ilişkisi filmin hikaye kurgusunu oluşturuyor.Cinsellik teması işin dram tarafını biraz olsun yumuşatsa da izleyici bu temayı görmezden gelip arka plana atıyor.Odağında Mark’ın yaşadığı hayat -aslında hayat demeye bin şahit gerekiyor- var.Onun haline kahroluyor, kendi hayatını sorgulayıp şükrediyor.Bu açıdan filmin hedefine ulaştığını söyleyebilirim.Yapımda Mark O’Brien’ı canlandıran John Hawkes’ı çok beğendim.Fiziksel ve ruhsal olarak altından kalkılması zor olan bir rolü etkileyici ve abartısız bir gerçeklikle oynamış.Mark’ın hayata bağlılığını ve yaşama sevincini bütün film boyunca yatağından kımıldamadan yansıtmayı başarmış.Bu performansı ile Altın Küre ve SAG ödüllerinde yer alan Hawkes’ı Oscar’da izleyemeyecek olmamız çok üzücü.Emmanulle Riva Amour’da benzer bir rolle adaylığı kaparken kendisi açıkta kaldı.”En İyi Erkek Oyuncu” dalında Denzel Washington yerine kendisini görmek isterdim.Uzun bir aradan sonra ”En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” dalında Oscar’da yarışacak olan Helen Hunt ise cüretkar sahneleriyle aday olmuş gibi zira vücudunu gösterdiği kadar oyunculuk göstermemiş filmde.Kısaca özetlersem hayata farklı bir pencereden bakmamızı sağlayan ilginç bir hikaye diyebilirim The Sessions için.Mütevazi tavrıyla bir şeyler anlatmayı başarmış.Fazla ses getirmemiş olsa da izlenmeyi kesinlikle hak ediyor.

Oscar Adaylıkları : 1 dal.En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Helen Hunt).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder