Oscar gecesi yaklaşırken ön plana çıkan filmlerin incelemelerini
tamamladık.Ancak uzun uzun yazmaya fırsat bulamadığım yapımlar da oldu tabi
ki.Onları es geçmeye gönlüm razı olmadığından kısa kısa değinmek
istedim.Seçtiğim 4 film için bir şeyler karaladım.
ANNA KARENINA : Roman uyarlamalarına ayrı bir takıntısı olduğunu
düşündüğüm yönetmen Joe Wright’ın Anna Karenina’sı sunduğu yeniliklerle dikkat
çekiyor.Yapımın neredeyse tamamı tiyatro dekorlarının önünde geçmekte.Sahne
değişimlerinde dekorlar da hemencecik değiştiriliyor.İlgi çekici ve renkli bir detay
olmuş eser adına.Aslında Wright’dan daha çok sanat yönetmenleri Sarah Greenwood
ve Katie Spencer’ı tebrik etmek lazım.Prodüksiyona kadın eli değdiği belli
zaten.Yönetmenin de yapay ortamlarla yaratılan bu doğal ve canlı dünyayı yoğun
bir dans altyapısıyla desteklemesi filmi iyice peri masalına dönüştürmüş.Artık
Joe Wright’ın kadrolu oyuncusu olan Keira Knightley bu filmi de atlamamış, Anna
Karenina rolünü kapmış.Genel yorumların aksine kendisinin performansını
beğendiğimi söylemeliyim.Anna’nın tutkulu aşkını ve bu aşk uğruna yerle bir
olan psikolojik travmalarını sanatsal bir dozla sergilemiş.Sırf onun İngiliz
aksanını duymak bile yetiyor bana.Yapımın en başarılı yanı kostüm
tasarımları.Hepsi ayrı ayrı muhteşemler.Gerçekten bir masal dünyası havasını
veren bu abartı çalışmalar öyle etkileyici ki filmi geri sarıp elbiselerin
ayrıntılarına bakanları gördüm.Bu özelliklerin dışında senaryonun çok
etkileyici olmadığını söyleyelim.Fazla uzatılan gereksiz sahnelerle birlikte
sonlara doğru sürükleyicilik kaybolmaya başlıyor.Buna rağmen film, Anna’nın
uğruna herşeyden vazgeçtiği yasak aşkının anlatıldığı hikayeyi milyonuncu defa
sinemada izleme şansını bizlere sunuyor.
Oscar Adaylıkları : 4 dal.En
İyi Görüntü Yönetimi, En İyi Kostüm Tasarımı, En İyi Özgün Müzik, En İyi
Prodüksiyon Tasarımı.
THE MASTER : The Master’ın bu sene beni en çok etkileyen
filmlerden biri olduğunu söyleyerek başlamak istiyorum.Magnolia ve There Will
Be Blood gibi iki efsane eserin sahibi yönetmen-senarist Paul Thomas
Anderson’un geniş vizyonundan da farklı bir şey beklemek yanlış olurdu kanımca.Filmin
hikayesi 2. Dünya Savaşı gazisi denizci Freddie Quell’in, savaş sonrası bozuk
psikolojisi nedeniyle hiçbir işte dikiş tutturamaması ve günün birinde o
yılların dini tarikatı “The Cause”ın lideri Lancester Dodd ile tanışması sonucu
yaşamının değişmesi etrafında şekilleniyor.Günümüzdeki Scientology tarikatının
tohumlarının atıldığı yıllar olarak kabul edilen dönemdeki o başıboşluğun halen
devam ettiği The Master sayesinde gözler önüne seriliyor.Dini manipülasyonların
hangi altyapıda olursa olsun kitleleri peşinden sürükleyebileceğinin kanıtı
adeta.İnancın ne kadar esnek ve değişken olabileceğine dair güzel bir örnek
teşkil ediyor.Aslında tüm inanlar olarak son derece trajikomik durumlara
düşebileceğimizi görmemiz açısından çok etkili bir yapım olmuş.Freddie Quell
rolündeki Joaquin Phoenix’in çıkardığı oyunculuk beni mest etti.Kendisi bu
senenin en iyi performansını çıkarmış bence.Quell’in nevrotik hallerini,
fiziksel kusurlarını, delirip kendinden geçmelerini yansıtışı için hangi
kelimeleri kullansam az gelir.Hele hücre sahnesindeki çıldırışlarını hiç
unutmayacağım.Bir oyuncu Oscar almak için daha nasıl bir performans sergilemeli
sadece bunu sormaktayım.”En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” dalında Oscar’a aday gösterilen Philip
Seymour Hoffman ‘ın oyunculuğunu diğer yapımlarda gösterdiklerinden farklı
bulmadım.”En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” dalında yarışacak olan Amy Adams
kendisinden çok daha etkileyici bir performans sergilemiş.Sonuç olarak The
Master defalarca izlenecek bir yapım.Akademi’den “En İyi Film” dalında yüzde
bin adaylık almalıydı.
Oscar Adaylıkları : 3 dal.En
İyi Erkek Oyuncu (Joaquin Phoenix), En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Philip
Seymour Hoffman), En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Amy Adams).
FLIGHT : Forrest Gump ve Cast Away gibi kaliteli işler
çıkartan Robert Zemeckis’in ortalama çalışmalarından biri Flight.Düşmekte olan
bir uçağı tüm imkansızlıklara rağmen ustaca indirmeyi başararak kazanın sadece
6 can kaybıyla atlatılmasını sağlayan alkol bağımlısı pilot Whip Whitaker’in
hikayesini anlatan film, Denzel Washington’u başrole taşıyor.Bir kahraman
olmayı beklerken uçuş öncesi kullandığı alkol ve uyuşturucunun ortaya çıkması
Whitaker’i bir anda sanık sandalyesine oturtuyor, ardından olaylar gelişiyor.Aslında
John Gatins’in yazdığı senaryo fena değil.Çok etkileyici başlayıp ilerliyor
film.Ancak sonra etkisini kaybetmeye başlıyor.Tüm hikaye kurgusunu sadece
Washington’a taşıtmaya kalkışmak buradaki en büyük hata olmuş.Bu eksiğe rağmen
çok önemli mesajlar vermeyi başarıyor film.Alkol bağımlılığı gerçeğiyle
yüzleşmeyip sürekli kaçan ve yalan söyleyen bir adamın bu yolla özgür kaldığına
inandığı hikayede, insanı asıl özgür bırakanın gerçeği kabullenmek ve itiraf
etmek olduğu net bir biçimde iletiliyor.Washington’un performansı bu mesajı
iletmede önderlik etse de filmin genelindeki oyunculuğunu çok da çarpıcı bulmadım.Kendisi
tek bir sahne ile Oscar adaylığı
kapanlardan.Muhtemelen mahkeme sahnesi Akademi’yi etkiledi de böyle bir
adaylık geldi diye düşünüyorum.Genel olarak Flight’a bu yılın sesi cılız çıkan
işlerinden biri diyebiliriz.
Oscar Adaylıkları : 2 dal.En
İyi Erkek Oyuncu (Denzel Washington), En İyi Özgün Senaryo (John
Gatins)
THE SESSIONS : Yönetmen ve senarist Ben Lewin’in bir gazete
haberinden uyarladığı The Sessions sezonun farklı ve iç burkan yapımlarından
biri.John Hawkes ve Helen Hunt’ı izleme şansı yakaladığımız filmde, geçirdiği
kaza sonucu hareket edemeyen ve nefes almak için demir bir cihaza mahkum olan
Mark O’Brien’ın yaşamı, yaralayıcı bir dram olarak izleyiciye aktarılmakta.Ömründe
hiç seks yapma fırsatı olmadığından bu tecrübeyi yaşamak isteyen O’Brien’ın,
seks seansları için tuttuğu Cheryl ile olan ilişkisi filmin hikaye kurgusunu
oluşturuyor.Cinsellik teması işin dram tarafını biraz olsun yumuşatsa da izleyici bu
temayı görmezden gelip arka plana atıyor.Odağında Mark’ın yaşadığı hayat -aslında
hayat demeye bin şahit gerekiyor- var.Onun haline kahroluyor, kendi hayatını
sorgulayıp şükrediyor.Bu açıdan filmin hedefine ulaştığını söyleyebilirim.Yapımda
Mark O’Brien’ı canlandıran John Hawkes’ı çok beğendim.Fiziksel ve ruhsal olarak
altından kalkılması zor olan bir rolü etkileyici ve abartısız bir gerçeklikle
oynamış.Mark’ın hayata bağlılığını ve yaşama sevincini bütün film boyunca
yatağından kımıldamadan yansıtmayı başarmış.Bu performansı ile Altın Küre ve
SAG ödüllerinde yer alan Hawkes’ı Oscar’da izleyemeyecek olmamız çok
üzücü.Emmanulle Riva Amour’da benzer bir rolle adaylığı kaparken kendisi açıkta
kaldı.”En İyi Erkek Oyuncu” dalında Denzel Washington yerine kendisini görmek
isterdim.Uzun bir aradan sonra ”En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” dalında Oscar’da
yarışacak olan Helen Hunt ise cüretkar sahneleriyle aday olmuş gibi zira vücudunu
gösterdiği kadar oyunculuk göstermemiş filmde.Kısaca özetlersem hayata farklı
bir pencereden bakmamızı sağlayan ilginç bir hikaye diyebilirim The Sessions
için.Mütevazi tavrıyla bir şeyler anlatmayı başarmış.Fazla ses getirmemiş olsa
da izlenmeyi kesinlikle hak ediyor.
Oscar Adaylıkları : 1 dal.En İyi Yardımcı Kadın
Oyuncu (Helen Hunt).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder