20 Mayıs 2012 Pazar

DIABLO 3 NEDENİYLE KAPALIYIZ!




Diablo 3 çıktı,ben de iptal oldum.Bitirdi beni kendisi.Başından hiç kalkamıyorum.İşten gelir gelmez başlıyorum,yatana kadar devam.Hafta sonlarında tamamen eve kapandım,Diablo kampındayım.Bu nedenle ne bir şeyler yazabildim,ne de önümüzdeki günlerde yazabileceğim.Bu böyle ne kadar sürer bilemiyorum ama görünen o ki bir süre daha yazı yayınlayamayacağım.Bir sürü yazı planım vardı,hepsi iptal oldu.Ne yapalım,kısmet.Diablo'ya feda olsun.Bu arayı nasıl olsa kapatırız,acelesi yok.

Bir sözüm de sana var Blizzard.Yine yaktın beni ulan!

16 Mayıs 2012 Çarşamba

LA MÔME


Türkçe adı: Kaldırım Serçesi
Yapım: Fransa,İngiltere,Çek Cumhuriyeti
Gösterime girdiği sene: 2007
Türkiye’de gösterime girdiği sene: 2007
Tür: Biyografi,Dram,Müzik
Yönetmen: Olivier Dahan
Senaryo: Olivier Dahan,Isabelle Sobelman
Oyuncular: Marion Cotillard,Sylvie Testud,Pascal Greggory,Gerard Depardieu
Süre: 140 dk.
IMDB puanı: 7.6/10
IMDB Top 250 sırası: Yok
Metacritic puanı: 66/100
Rotten Tomatoes puanı: 74/100
Beyaz Perde puanı: 3,5/5
Divx Planet puanı: 7.4/10
Benim puanım: 7.6/10



Biyografi ve müzik severler için sağlam bir film seçtim bugün:La Môme.Diğer bir adıyla "La Vie En Rose".Bir döneme damgasını vurmuş,tarihin en iyi seslerinden biri olan Fransız şarkıcı Edith Piaf’ın zorluklarla geçen hayatında ne varsa 140 dakika boyunca gözlerimizin önüne seriliyor bu filmde.Bir yıldız sıfırdan doğuyor ve devleşiyor ancak bu hiç de kolay olmuyor.2 Oscar sahibi,çarpıcı bir film olan La Môme,Fransa’nın “minik serçesi” Edith Piaf’ın tüm bilinen ve bilinmeyenlerini ortaya dökerken sanatçıya duyduğumuz saygının da katlanmasını sağlıyor.

Edith Piaf.Fransızcayı sevdiren büyük kadın.Belki onu tanımadığınızı sanıyorsunuz ama aslında bir çok kez sesini duydunuz.Şarkılarını dinlediniz.Aşkı ezgilere belki de en iyi döken kişi oydu.Paris’in romantizm kokan sokaklarından kopup gelmesi onu şarkı söyleme sanatında öne çıkaran en büyük nedendi.Sahnede bir başka büyüyordu.48 yıl süren kısacık hayatına yaşanabilecek her şeyi sığdırdı.Aşkı tattı,ama kaybetti.Hastalandı,sakat kaldı.Azmetti,en iyisi oldu.Zirveyi de gördü,yerin dibini de.Kısacası dolu dolu yaşadı hayatını.




Gerçekten zor bir hayatı oldu Edith Piaf’ın.Çok küçük yaşta annesi tarafından terk edilmesi ve babası tarafından bir geneleve bırakılması,hayallerinin hiç var olmamasına neden olmuştu.Oradan oraya savrulmuş,sevgi denen şeyi sadece bir kaç fahişeden öğrenebilmiş küçücük bir kızdı sadece.Büyüdükçe sokaklarda şarkı söylemeye başlaması ve keşfedilip dünyaca ünlü bir şarkıcı olması hiç kolay olmadı.Her yıldız gibi çoğu zaman yalnızdı.Sadece bir adama aşık oldu,ona da tutkuyla bağlandı.Su gibi akan hayatı onu sonradan tanıyan bizleri gerçekten etkileyecek nitelikteydi.Şimdi La Môme’a baktığımda bu büyük yıldızın hayatını çok başarılı bir şekilde aktardığını görüyorum.Ne eksik ne fazla,çok kıvamında bir anlatım tarzıyla onun hakkındaki her şeyi içimize işletiyor desem çok doğru söylemiş olurum.

Filmden alınan keyfi bir kat daha artıran öğelerden biri herhalde Paris’tir.1900’lerin ortasındaki dönemde bir başka olan bu aşk şehri,Edith Piaf ile adeta bütünleşiyor ve muhteşem bir harmoni yakalıyor.Sokakları,barları,şarkıcıları,gecesi,gündüzü ne varsa her şeyiyle kucaklıyor,sarmalıyor izleyiciyi.Filmi izlerken “bu kadın başka bir şehirde yaşamamalıymış zaten” demekten kendimi alamadım.Paris sokaklarında,tutkulu aşkını tam bir Fransız gibi yaşarken başka bir şey düşünemezdim bu kadın hakkında.Fransa ve Fransızca’yı da bu filmle sevdim hatta doydum.Büyüleyici Piaf şarkıları onun kadife sesinden dökülürken,o güzel Fransız ”r”lerinin tadını çıkardım.


Şimdi filmin en güzel yanına gelelim.Peki ne mi o? Tabi ki Marion Cotillard.Bu kadına hayranlığım zaten had safhada,ne zaman görsem eriyorum.Aşk ona çok yakışıyor hatta aşkın tanımı gibi.O duru güzelliği yok mu,içe işliyor.Her yanıyla insani bir hayat hikayesinin anlatıldığı La Môme’da Edith Piaf rolünde yer alması çok doğru bir seçim olmuş doğal olarak.Tam bir Fransız kadını zaten,bu rol için biçilmiş kaftan.Hayatı boyunca gel gitler içinde kalmış Edith Piaf’ın dilinden çok iyi anlamış ve bunu çok güzel yansıtmış tüm izleyicilere.Aşksa aşk,tutkuysa tutku,acıysa acı.Hepsini ustaca oynamamış,“yaşamış”.Bu üstün başarıyı gören Akademi,o sene Oscar heykelciklerini dağıtırken “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü de haklı olarak ona verdi.Bu filmin başarısındaki en büyük etken kesinlikle Marion Cotillard’dır.

Paris,büyüleyici bir ses ve zorlu bir hayat hikayesi.Bu filmi izlemek için çok sebebiniz var bence.Özellikle “iyi bir biyografi filmi yok mu?” diyenler için 12’den vurulan bir hedef La Môme.140 dakikası da dolu dolu geçen bir macera var elinizde.İyi değerlendirin.Edith Piaf’ı bir kez daha saygıyla anın.

13 Mayıs 2012 Pazar

BATMAN : ARKHAM CITY




Kara Şövalye Batman,2009 yılında Batman : Arkham Asylum ile oyun dünyasına hızlı ve etkileyici bir giriş yapmıştı.Kısa sürede büyük bir oyuncu kitlesi toplamayı başaran oyun,bu senenin başında uzun süredir beklenen yeni macerasıyla geri döndü.İşte karşınızda o,Batman : Arkham City.

Muhteşem bir oyundu Batman : Arkham Asylum.Senaryosu,atmosferi,grafikleri,dövüş mekaniği kısacası her şeyiyle çok emek verilmiş,başarılı bir işti.Çoğu bünye için aranan kandı.Batman’in yakaladığı suçluların ikamet yeri olan Arkham Asylum’da Joker tarafından başlatılan bir isyanı bastırmaya çalıştığımız oyunda bir çok villaine karşı mücadele vermiştik.Kah kafa göz dalarak,kah sessiz ve sinsice,kimseye fark ettirmeden bitirmiştik düşmanlarımızın işini.Süper dövüş komboloları,güzel bulmacaları sayesinde kendisine bağlanmış ve oynamayı bırakamamıştık.Oyunun sonunda Joker’i alt edip Asylum’daki düzeni sağlamayı da başarmıştık ancak her şey bitmemişti.Batman’in suçlularla mücadelesi asla bitmezdi.

Macera Arkham City ile kaldığı yerden devam ediyor şimdi.Yeni oyunun konusuyla başlayalım incelemeye.Arkham Asylum’un eski yöneticisi Quincy Sharp,Batman’in Asylum’daki başarısından sonra halkın desteğini alıp Gotham Belediye Başkanı olur.Mevki değişikliğinden sonraki ilk icraatı ise Blackgate Hapishanesi’ndeki suçlular ile Arkham Asylum’daki “Batmanzede”leri tek bir yerde birleştirmek olur.Bu iki yeri kapatan Sharp,Gotham’ın ortasına Arkham City’i kurup tüm suçluları bu üstü açık şehir hapishanesine yerleştirir.Bölgenin yönetimini de dahi bir psikiyatrist olan Hugo Strange’e verir.Bu hareketi çok pahalıya mal olacaktır çünkü Strange,Sharp’ı sürekli maniple ederek onu da kontrolü altına alır.Bölgeyi tamamen ele geçiren Strange,Bruce Wayne’i kaçırarak onu bir suçlu gibi Arkham City’e yerleştirir.Strange’in elinden kurtulan Wayne,Batman kimliğine bürünerek ona savaş açar.Bu bölgeyi Hugo Strange’in elinden kurtarmalıdır.


Batman’in tek sorunu Hugo Strange değildir elbette.İlk oyundan sağ kurtulan Joker,Titan maddesini kanına karıştırır ancak bu madde kendisini zehirler.Eğer Titan’ın panzehirini bulamazsa yavaş yavaş ölecektir.Bundan kurtulmak için zekice bir plan yaparak hastalığı Batman’e de bulaştırır.Tuzağa düşen Batman,şimdi hem kendini hem de Joker’i kurtarmak için bu hastalığa bir tedavi bulmak zorundadır.

Eğer ilk oyunu oynayanlar varsa Arkham City’de hiç yabancılık çekmeyecekler.Kontroller ve oynanış Arkham Asylum’un aynısı,bir değişiklik yok bu anlamda.Bunun üzerine yenilkler eklenmiş tabi.Dövüşlerde yapabileceğimiz yeni kombolar,kullanabileceğimiz yeni alet ve edevatlar mevcut.Batman artık rakiplerini daha acımasızca dövebiliyor,yeni araçlarla daha farklı çözümler bulabiliyor.Geniş bir seçenek sunulması nedeniyle oyun daha bir keyifli hal alıyor.

Oyundaki en büyük yeniliklerden biri ise sadece Batman’i oynamıyor olmamız.Artık yeri geldiğinde Catwoman karakterini de kontrol edebiliyoruz.Doğrusunu söylemek gerekirse farklı dövüş komboları ve kendine özgü aletlere sahip Catwoman’a hayran kalacaksınız.Dövüş sahnelerindeki hızı ve seriliği ile hareket halindeki çevikliği (duvarlara tırmanma,uçma,kaçma vs.) muhteşem olmuş.Bir kez Catwoman’ı kontrol ettiniz mi Batman’in ne kadar hantal kaldığını görüyorsunuz.Bu anlamda Catwoman’ı oynamak aşırı derecede zevk veriyor.Kötü olan ise bu karakteri çok az kullanabiliyor olmamız.Keşke oyun içerisinde biraz daha fazla yer alabilseydi.Onun dışında Robin birkaç kez görünüyor ancak onu kontrol edemiyoruz.Oyuna sonradan yüklenen DLC’ler ile Robin’i oynayabileceğiniz bölümler mevcut.




Arkham Asylum’un en zevkli yanlarından birisi,sessiz ve sinsi bir şekilde düşmanlarımızın işini bitirebilmemizdi.Bu tarz aynen devam ediyor.Yine gölgelerde saklanarak,heykellerden uçarak,çıt çıkarmadan ilerleyerek rakipleri alt ediyoruz.Ayrıca ilk oyunda sık sık başvurduğumuz dedektiflik özelliğimizde de bir değişiklik yok.Dedektif moduna geçerek ortama daha kolay hakim oluyor ve normal şartlarda gözümüzden kolayca kaçabilecek detayları net bir şekilde fark edebiliyoruz.”Dünyanın En Büyük Dedektifi” unvanını bir kez daha hak ediyor Batman.

İlk oyunda etraftan sürekli topladığımız “Riddler Trophy”ler Arkham City’de de mevcut.Yine bulmacaları çözerek trophylere sahip oluyoruz.Ancak buradaki farklılık,Batman ve Catwoman’ın farklı trophyleri toplayabiliyor olması.Batman yeşilleri sırtlarken,Catwoman’ın trophy rengi kırmızı.Karakterler birbirlerininkine sahip olamıyorlar.

Batman ve Catwoman seviye atladığı zaman bazı kilitli özellikleri açabiliyor ve bunlara puan vererek daha da güçlenebiliyor.Yeni dövüş komboları,zırhımızın güçlendirilmesi gibi ofansif ve defansif özelliklerin yanında kullandığımız aletleri de geliştirip yenilerine sahip olma şansımız var.Bu özellikler sayesinde oyun içerisinde yapabileceklerimiz de artıyor doğal olarak.Özelliklerin çoğu açıldığı için oyunun sonlarına doğru Arkham City’den aldığımız keyif en tepeye çıkıyor.


Arkham City’de yığınla yan görev olduğunu söyleyelim.Normal senaryoda ilerlerken bu yan görevlere de ara bir takılıyoruz.Görevler sizden yardım isteyen masum bir insandan gelebileceği gibi can düşmanlarınızla iş birliği yapmanızı da gerektirebiliyor.Eğer bu yan görevleri yapmadan sadece ana senaryoyu bitirirseniz hem oyunu tamamlama yüzdeniz çok düşük kalacak,hem de bir çok güzel yanı kaçırmış olacaksınız.Yan görevlerin hepsini yapmanızı öneririm.

Oyunda sürekli karşımıza çıkıp bizden bir araba dayak yiyen rakiplere de yeni özellikler gelmiş,artık biraz daha akıllıca ve etkili savaşabiliyorlar.Termal kameralar ile heykelleri incelemek ve yerlere mayın döşemek bunlardan bir kaçı.Ancak bunlar Kara Şövalye’yi durdurabiliyor mu ? Tabi ki hayır :)

Sürekli baş karakterleri ve onların patakladığı emir kullarını anlatıp da oyunun en önemli taraflarından biri olan “Villain”larden bahsetmemek olmaz.Batman bu oyunda da bir dolu baş düşmanıyla mücadele etmek zorunda.Oyunun merkezindeki Joker ve Hugo Strange’in yanında Mr.Freeze,Two Face,Harley Quinn,Poison Ivy,Penguin,Bane,Ra’s Al Ghul,Talia Al Ghul,Mr. Zsasz,Solomon Grundy,Deadshot ve daha bir çok villain Kara Şövalye’yi engellemeye çalışıyor.Bu düşman bolluğu eğlenceyi arttırdıkça artırmış,çok keyifli olmuş diyebilirim.



Oyunun teknik özelliklerine bakalım biraz da.Bu konuda söylenecek fazla bir şey yok.Atmosfer,karakter animasyonları,diyaloglar,grafikler (özellikle karakterlerin dokuları son derece başarılı) kısacası her şey mükemmel.Sanki bir Batman filmi izliyormuş gibi oynuyoruz bu oyunu.Zaman akıp gidiyor onunlayken.Her anından keyif alıyorsunuz ve hiç bitmesin istiyorsunuz.Bu konuda eleştirebileceğim tek nokta Arkham City’nin ebatları.Biraz daha büyük bir şehir olsaydı kusursuz bir iş çıkmış diyebilirdim.

Oyunun müziklerinden özellikle ayrı bir paragrafta bahsetmek için yukarıda yazmadım.Onlar nasıl müzikler öyle,insanı mest ediyor.Sahneye göre giren inanılmaz melodiler sizi alıp başka diyarlara götürüveriyor.Sanki bir oyun için değil bir filme yapılmışlar.Bu anlamda oyunu ayrıca kutlamak lazım.Yazının en sonunda,aşağıya koyduğum oyunun ana tema müziğini kesinlikle dinlemenizi öneriyorum.Gerçekten usta işi.Ayrıca yine en altta oyunun güzel bir trailerını izleyebilirsiniz.

Yazının sonuna geldiğimde şunu rahatlıkla söyleyebiliyorum:Bu senenin şu ana kadarki en başarılı oyunu Batman : Arkham City’dir.Baştan sona her şeyiyle çok çarpıcı.Rocksteady Studios ve Warner Bros. işbirliğini tebrik ediyoruz.Arkham Asylum’dan sonra Arkham City’nin de altından başarıyla kalkmışlar.Kendisini bitireli 3 ay oldu ama şimdiden serinin devam oyununu merakla beklemeye başladım.Yeni oyunun adının Batman : Gotham City olacağını düşünüyorum.Bakalım,birlikte neler olacağını göreceğiz.Oyun severler kaçırmasın Arkham City’i diyor ve yazıya son veriyorum.





                                                   Arkham City Main Theme Song


                                                 Arkham City Hugo Strange Trailer

8 Mayıs 2012 Salı

YALNIZLIK SEÇİMİ





Ömrümü eskittiğim koridorlardayım.Kaç defa yürüdüm buralardan ? Kaç defa duydum banyo duvarındaki rutubet kokusunu ? Hatırlamıyorum hiç.Bir ayna vardı burada.Bir zamanlar.Bir zamanlar hayatımın kadının kendisini süzdüğü,büyüleyici derinlikteki masmavi gözlerini buluşturduğu bir ayna.Kusursuz var oluşunu her seyredişinde işte burada ben,tam bu aynanın önünde,sarılırdım dünyaları verseler değişmeyeceğim o mucizeye.Beraber bakardık kendimize,gençliğimize.Şimdi aynı yerde duruyorum.Var olan her şeyim kaybolmuş bir çerçevenin içinde.Yılların hüküm sürdüğü,yorgun ve buruşuk yüzümde.

Yürümüşüm farkında olmadan,düşlerken bir şeyleri.Anacığımın yemek kokularıyla mest olduğum o kocaman mutfağın tam kapısına varmışım.Hayatının her anında telaşlı,koştur koştur olan bir kadının mabediydi burası zamanında.”Önce evladım” derdi sofraya her tabak koyuşunda.Sıcacık mercimek çorbasıyla dolmuş o pirinç tası ilk bana verirdi.Daha vermeden alırdım ben gerçi,dayanamazdım.Şefkatin lügatteki karşılığı oydu bu yerinde duramayan velet için.Her yemek sonrası cebinden çıkarıp bana verdiği şekerleme,gözlerinin içinin gülmesine yetse de bana hiçbir zaman yetmezdi işte.Anne birazcık daha var mı ? Anne hak ettim mi bahçede oynamayı ? Anne beni seviyor musun? Anne? Anne? ...Anacığım benim...

Şimdi verandadayım,güneşin altındayım.Nasıl geldim bilmiyorum ama buradayım işte,adımımı attım.Gıcırdayan ahşaba basa basa ilerliyorum üzerinde.Kadınımın sallanır koltuğunun durduğu o masum köşeye doğru.Dünyalar güzeli iki kızımızın bahçedeki hallerini izlediğimiz yere.Ne güzel oynarlardı öyle.Bıcır bıcır,hiç bir şey düşünmeden.Onlar hayatlarının tadını çıkarır,biz bu verandada aşkımızı yaşardık.Gözlerimiz gözlerimize,ellerimiz ellerimize kitlenirdi.Şimdi baktığımda iskeleti andıran elimin,bastonuma kitlendiği gibi.

Çöküverdim bir anda köşedeki sandalyeye,düştüm.Yıkılmışçasına,farkına varırken bir şeylerin.Bir zamanlar sahip olduğum her şey,hayallerden bir oyun oynuyordu şimdi.Başrolünde ben ve hiçliğin yer aldığı bir oyun.Hatalarım,pişmanlıklarım,hayal kırıklıklarım bile beni terk etmişti.Zamanında değerini bilemediğim ne varsa,bu oyunu yazmıştı giderken.O an anladım ki ben,yalnızlığı seçmiştim.Ben sebep olmuştum bu uğursuzluğa.Ben dağıtmıştım ailemi.Ben yok etmiştim aşkımı.Ben.Hep ben...Ne emektar ana mutfağında,ne aşkımın verandasında,ne de o aynanın karşısında şimdi kimsecikler yoktu.Tel tel dökülen bedenimle ben,yapayalnızdım artık.

3 Mayıs 2012 Perşembe

GENÇLİK DİZİLERİ


Bir dönem hayatımıza damga vuran dizilerdi onlar.Lise yıllarındaki genç arkadaş gruplarının yaşadıkları maceraları keyifle izlerdik.Sevinçlerine,üzüntülerine;aşklarına,ayrılıklarına tanık olurduk.Onlarla biz de büyürdük.Önce üniversiteye,ardından iş hayatına beraber adım atardık.Belki kendimizi görürdük onlarda.Belki de bu yüzden severdik bu dizileri,bizden oldukları için.

Madem konuyu açtık,o zaman şu dizilerden bazılarına bir bakalım.Neleri seyrettik;kimlerle gülüp,kimlerle ağladık.


Dawson's Creek (1998 - 2003)





Benim için gençlik dizileri furyasının başlangıcı Dawson’s Creek’tir.Yayınlandığı dönemde gerçekten çok sevilmişti.Küçük bir sahil kasabasındaki 4 arkadaşın gerçek ve sıcak dostluğunu ekrana yansıtıyor,bir çok genci kendisine bağlıyordu.Dawson’u,Joey’i,Pacey’si,Jen’iyle kısa sürede fenomene dönüştü.Şimdilerde büyük projelerde gördüğümüz Katie Holmes,Joshua Jackson ve Michelle Williams’ı meşhur etmesi de ayrı bir özelliğiydi bu dizinin.6 sezon süren Dawson’s Creek,hatırlandıkça hala hüzünlendirir.


The O. C. (2003 - 2007)




Sadece gençlik dizisi olarak değil genel olarak çok ama çok başarılı bir diziydi The O.C..Özellikle beni fanatiği yapmıştı zamanında.İlgi çekici konusu,sürükleyici hikayesiyle değişik bir soluktu bu tür diziler için.California’nın kenar mahallelerinde yetişmiş serseri bir genç olan Ryan Atwood’un,varlıklı bir avukat tarafından evlat edinilmesi ve Orange County adı verilen,zenginlerin yaşadığı sahil kesimine taşınmasıyla başlayan bir macera izliyorduk.Evin çocuğu ezik Seth Cohen,büyüleyici güzellikteki sorunlu kız Marissa Cooper ve yerinde duramayan Summer Roberts kısa sürede inanılmaz sevildi gençler arasında.Tükiye’de yayınlandığı cuma günleri saat 21:00’de her şey durur,The O.C. izlenirdi.İnsanlar bu gençler gibi giyinmeye başladı sokaklarda.California’nın ısıtan güneşinin ısısı tüm dünyaya yayılmıştı.Zamanla önemli oyuncularını kaybedince ilgi azaldı ve daha fazla uzatmadan noktayı koydu yapımcılar.4 sezon süren güzel bir hikayeydi.Arada bir “California,here we come” demeden edemem.


One Tree Hill (2003 - 2012)




Geldik favorime.Ben hakikaten bu diziyle geçirdim koskoca bir 9 seneyi.Bu kadar sıcak hissettiğim,eğlendiğim,hüzünlendiğim çok az dizi olmuştur.Yıllar önce ilk bölümünün fragmanını gördüğümde”işte bunu istiyordum” dediğimi hatırlıyorum.Babaları ortak,anneleri farklı iki kardeşin basketbol rekabeti ve bu yoldaki savaşı etrafında dönüyordu dizi.Birbirlerine duydukları nefret,yerini zamanla gerçek kardeşlik duygusuna bırakıyor,biz de bu süre içerisinde çok eğlenceli vakit geçiriyorduk.Sahip olduğu karakterleri ile çok fazla ön plana çıkıyordu One Tree Hill.Bir dönem kızların ölüp bittiği Chad Michael Murray,iyi huylu kardeş olan Lucas Scott rolündeydi.Üvey kardeşi Nathan Scott ise hırslı ve zalimdi.Önce Nathan’ın sevgilisiyken Lucas’a aşık olan Peyton Sawyer ve yine Lucas’a gönlünü kaptırıp en iyi arkadaşı Peyton ile Lucas arasında kalan Brooke Davis izlenmeye değerdi.Nathan’ın Haley James’i kapması,Lucas’ın iki kadın arasında kalması ve nefret edilen baba Dan Scott’ın durmadan entrika çevirmesi bu dizinin en önemli yanlarıydı.Altıncı sezondan sonra başroldeki aşıklar Lucas Scott ile Peyton Sawyer diziden ayrılarak bir çok sevenini şoke etti,ancak dizi ayakta durmayı başardı.Tam 9 sezon süren bu soluksuz macera bu sene sona erdi.İçinde kullanılan şahane şarkıları,zekice yazılmış diyalogları,sımsıcak karakterleri ve büyük aşklarıyla çok sevdik biz One Tree Hill’i.Bir daha ona benzer bir gençlik dizisinin geleceğini sanmıyorum.Kendisini çok özleyeceğiz.


Gossip Girl (2007 - ?)




Bahsettiğim üç diziye nazaran daha farklı bir yapım Gossip Girl.Diğerlerinin konseptine pek benzemiyor.Liseye giden ancak büyümüş de küçülmüş bir grup gencin,sürekli entrikalar çevirdiği ve birbirinin kuyusunu kazdığı bir dünya var ortada.New York’un zengin ve fakir kesimi sürekli karşı karşıya geliyor ve her defasında bir çatışma yaşanıyor aralarında.Aşklar aşk değil,kısa sürüp yok oluyor.En büyük güce sahip olma hırsı zengin gençler arasında yoğunken, az gelirli kesimdekiler de bir şekilde lüks hayatın hayalini kuruyor ve buna erişmek için başkalarının sırtına basmaktan çekinmiyorlar.Görüldüğü üzere diğer gençlik dizilerine oranla daha bir yetişkin işi gibi.Oyuncuları değiştirip yerlerine yetişkin insanlar koysanız Dallas’a dönecek işler.Küçük yaşta şirket patronu olan Chuck Bass,paparazzi mıknatısı Serena van der Woodsen,tüm entrikaların kraliçesi Queen B. Blair Waldorf, beyaz atlı prens Nate Archibald,yalnız çocuk Dan Humphrey ve sorunlu kız kardeşi Jenny Humphrey dizinin öne çıkan karakterleri.Saydıklarım arasında tek bitmeyen dizi ve 5. sezonu henüz devam ediyor.Dünyada bir çok seveni olan bu dizi de ileride hatırlanacak işlerden.



Ya işte böyle.Bizim gençliğimiz de bu dizilerle birlikte geçti,gitti.Arada bir eski günlerime dönmek istediğimde açar izlerim kendilerini,bünyeye iyi geliyor.PisPapaz şimdilik kaçar.Bir başka gençlik dizisinde görüşmek dileğiyle güzel kalın.