29 Şubat 2012 Çarşamba

SİNEMADA İZLEDİĞİM FİLMLER – ŞUBAT 2012


Oscar filmleri nedeniyle çok yoğun geçen bir ay oldu sinemaseverler adına.Birbirinden güzel yapımları kaçırmamak için sinema sinema koşturdum ben de haliye.Biraz yorucu oldu ama sonuca baktığımda buna değdiğini görüyorum.Bu ay tam 6 filmi sinemada izleme şansı buldum.Şimdi kısa kısa bu filmlere bir göz atalım.



The Artist – Artist : Oscar gecesine damga vuran The Artist’le başlayalım.En İyi Film,En İyi Yönetmen ve En İyi Erkek Oyuncu başta olmak üzere 5 dalda ödülleri toplayan yapım,sessiz film olma özelliğini taşıyor.Konunun merkezinde çok ünlü bir sessiz film yıldızı olan George Valentin (Jean Dujardin) ile aktrist olmaya karar veren Peppy Miller’ın (Bérénice Bejo) aşk hikayesi var.Öykünün devamında sessiz filmlerin modası geçiyor ve Valentin’in şöhreti bitiyor.Diğer yanda ise yeni çekilen sesli filmlerle Miller’ın yıldızı parlıyor.İkilinin aşk hikayesi de bundan sonra alevleniyor.Yapıma baktığınızda Oscar için çekilmiş olduğunu çok net anlıyorsunuz.Eski dönemlerden gelen sessiz film fikrinin kullanılması zaten bunu gösteriyor.Akademi’nin böyle farklı eserlere zaafı olduğunu biliyoruz.Bu tarz bir yapımda oyunculukların muhteşem olması lazım ki bunun çok iyi kotarıldığı ortada.Sanatsal açıdan baktığımızda da çok estetik bir yapım olduğunu görüyoruz.Alışılmışın dışındaki tarzı sayesinde sinema sanatının tamamını en çıplak haliyle görmemizi sağlayan bu filmin aldığı ödülleri hak ettiğini söylerken hikayenin klişeden öte olduğuna da değinmek gerek.Asıl oyuncuların yerine Ediz Hun ve Hülya Koçyiğit’i koysak Yeşilçam filmi diye yutturabiliriz.Sırf hikaye klişeliği yüzünden unutulmaz bir yapım olma şansını kaybediyor.Bu sene bir çok dalda Oscar’ı aldı çünkü çok tehlikeli bir rakibi yoktu.Ancak geçen sene alsaydı o zaman büyük haksızlık olurdu.Sonuç olarak başarılı bir yapım ama gereğinden fazla abartıldığını düşünüyorum.







War Horse – Savaş Atı : Steven Spielberg imzalı,insanın duygularıyla yer yer oynamayı başarmış bir dram War Horse.Hikaye Birinci Dünya Savaşı sırasında Albert Narracott (Jeremy Irvine) isimli bir gencin türlü zorluklarla evcilleştirdiği atını bir subaya satmak zorunda kalmasıyla başlıyor.Filmi sürekli el değiştirip oradan oraya sürüklenen Joey isimli atın gözlerinden izliyoruz.Joey savaş boyunca ya başka birine satılıyor ya da esir alınıyor.Hiç kimseye veya yere ait olamıyor.Bir yanda insanların bu acımasızlığı ve “hayvan”lığı varken diğer yanda Joey’in cana yakınlığı ve “insan”lığı göze çarpıyor.Bir atın dostluğu,çaresizliği ve baş kaldırısı mevcut hikayede.Yapım özellikle bazı sahnelerde insanı oldukça duygulandırsa da bunu genele yayamıyor bir türlü.Hep patlayacakmış gibi durup patlayamıyor.Yer yer gereksiz kullanılmış ve uzatılmış sahneler var.Bütünlük tam anlamıyla kurulamıyor.Steven Spielberg gibi bir ustadan elinde böyle güzel bir tema varken daha çarpıcı bir yapım beklerdim açıkçası.Çok içime sinmedi.Eğer iyi bir hayvansever değilseniz sizi pek fazla sarmayabilir.










My Week With Marilyn – Marilyn İle Bir Hafta : Ayın başka bir dram örneği olan My Week with Marilyn’in hikayesi,Marilyn Monroe’nun en parlak döneminde geçiyor.Konu bir sinema aşığı olan Colin Clark’ın (Eddie Redmayne) okulunu bırakıp setlerde çalışmaya başlaması ve bu dönemde Marilyn Monroe (Michelle Williams) ile tanışması etrafında şekilleniyor.Zamanla Monroe ve Clark arasında duygusal olduğu kadar tuhaf da bir bağ kuruluyor.Monroe’nun ruhsal sorunlarının olduğu ve şizofren sanrılar yaşadığı bu dönemde Clark,ondaki gerçek güzelliği görebilen tek kişi konumunda.Her ünlü gibi dışarıdan kusursuz gözüken Monroe’nun aslında ne kadar yalnız olduğuna ve bu yalnızlığı saklayan surlardan içeriye sadece Clark’ın girebildiğine şahit oluyoruz.Filmi size böyle anlattığıma bakmayın,yapım çekicilikten uzak.Yüksek beklentilerle izlendiğinde hayal kırıklığı yaratıyor.Hollywood’un artık en sıradan hikayeyi bile film yapmaya çalışmasının sonuçlarından biri daha.Zorlama bir çalışma olmuş.Sanki Marilyn Monroe ile ilgili bir film çekme mecburiyeti varmış da o yüzden yapılmış gibi.Klasik dram teması üzerine pek bir şey ekleyememiş ne yazık ki.Kesinlikle isminin gerisinde kalmış.Oyunculukları dışında kayda değer bir şey yok açıkçası.Eğer Marilyn Monroe hayranı değilseniz sizin için zaman kaybı oluyor.Şahsen ben sıkıldım.Başka bir bahara diyelim.







Fetih 1453 : Fetih 1453 artık Türkiye’de kaliteli görselliğe sahip filmler de yapılabildiğinin kanıtı olarak karşımızda duruyor.Yapım gösterime girdiği ilk günden beri olumsuz yönde eleştiriler almakta.Ama ben bunlara kesinlikle katılmıyorum.Öncelikle karşımda beklentilerimin çok üstünde bir film bulduğumu söylemeliyim.Efektleri,savaş sahneleri,müzikleri,kostümleri ve yakaladığı atmosferiyle son derece başarılı bir yapım olmuş.17 milyon dolarlık bütçe ile bunca alanda başarılı olabilmek çok önemli.Bu tarz filmlerin Hollywood’daki bütçesi 150 milyon dolarlardan başlıyor.Bu da göz önüne alınınca yapımın başarısını daha iyi anlıyoruz.Ne kadar kullanılacağını merak ettiğim alaturkalık ve din propagandası dozunda.Filmin en zayıf yönü oyunculukları.Bazı isimler rollerinin hakkını verirken bazıları idare eder düzeyde kalmış.Ancak bir çok alanda başarılı olan yapımda bunlar göz ardı edilebilir.Bu eleştiriye rağmen bazı sahnelerdeki oyunculukların başarılı olduğunu da görebiliyoruz.Fatih’in son taarruz öncesi askerlerine yaptığı konuşma ve Ulubatlı Hasan’ın sancağı surlara dikmesinde olduğu gibi.Bir başka konu ise Fatih Sultan Mehmet’in hikayede daha arka planda kalmış olması.Ulubatlı Hasan çok daha fazla ön plana çıkmakta.Bunu eksik yön olarak görmeli miyiz pek emin değilim açıkçası.Toparlarsak  film çok başarılı,çok beğendim.İçinde tarihi yanlışlıklar olduğu yönündeki eleştirileri çok fazla dikkate almamak gerek.Üzerinde çok çalışıldığı net bir şekilde belli oluyor.Emek veren herkese teşekkür etmek lazım.







Tinker Tailor Soldier Spy – Köstebek : Bir ajan filmi olan Tinker Tailor Soldier Spy,hem bu ayın hem de geçtiğimiz yılın en iyi yapımları arasında.Oscar töreninde fazla üstünde durulmamış olsa da bu durum kalitesinden bir şey kaybettirmiyor.Filmin hikayesi Soğuk Savaş sonrasındaki dönemde geçiyor.”Sirk” adı verilen İngiliz Gizli İstihbarat Teşkilatı’nda (MI6) görev yapan George Smiley (Gary Oldman),teşkilat şefi Control (John Hurt) ile birlikte emekliye ayrılmaya zorlanmıştır.Kısa bir süre sonra Control hastanede yaşamını yitirir.Emekliliğine alışmaya çalışan Smiley hükümet tarafından tekrar göreve çağırılır çünkü Control’un ölmeden önce Sirk’in içinde Sovyetler Birliği için çalışan bir köstebek olduğuna inandığı ve bunu araştırdığı ortaya çıkar.Teşkilatın dışında kalmış olan Smiley’in yeni görevi bu köstebeği ortaya çıkarmaktır.Yapım usta oyuncu kadrosu,gizemli atmosferi,enfes müzikleri ve özellikle de başarılı kurgusuyla dikkat çekiyor.İlk izlenimde çok karmaşık gelen kurgusu belki izleyiciyi olaydan koparıyormuş gibi dursa da aslında hiç de öyle değil.İkinci defa izlendiğinde hikaye kurgusunun çok temiz,düzenli ve anlaşılır olduğu net bir şekilde gözleniyor.Yapım Gary Oldman’ın performansıyla En İyi Erkek Oyuncu dalında adaylık şansı yakalasa da,En İyi Kurgu ve özellikle En İyi Film dalında aday gösterilmeyerek şaşırttı.Özetlersek kesinlikle tecrübe edilmesi gereken bir macera.Kaçırılmamalı.







Hugo : Oscar gecesinden başarıyla ayrılan diğer bir yapım da Hugo.Usta yönetmen Martin Scorsese’nin yönettiği film,yarattığı renkli ve masalsı atmosferiyle izleyiciyi başka diyarlara taşıyor.Paris Tren İstasyonu’da geçen hikayede,istasyon duvarları arasında saklanarak saatleri tamir eden küçük Hugo Cabret’in,bir yangında kaybettiği babasından yadigar kalan otomatonu bulması,daha sonra da yeni tanıştığı Isabelle ile birlikte sinemaya dair bir maceraya yelken açması anlatılıyor.Evet yapım aslında sinemaya adanmış.Hikayenin karakterleri macera boyunca Scorsese’nin yarattığı büyüleyici dünyada gezinirken sinemanın ustalarına da selam çakıyorlar.1900’lerin başında sinema sanatına kendini adamış George Méliés’in de canlandırıldığı film o zamanın ustalarına saygı duruşu niteliğinde.Sanat ve görüntü yönetiminin çok başarılı olduğunu söylemek gerek.İzleyiciyi içine çeken rengarenk ve canlı bir dünya yaratılmış,orada kalmak istiyorsunuz.Şahane bir atmosfer var.Bu filme eğlenmek ve maceranın tadını çıkarmak için olsa bile gidin,çünkü bunu fazlasıyla vadediyor.Teknik dalları kapsayan 5 dalda Oscar kazanan Hugo,senenin en iyi filmlerinden.



Yoğun geçen dönem sona erdi.Bundan sonraki aylar biraz daha normale döneceğiz.Mart ayının filmlerine baktığımızda yine güzel yapımlar göze çarpmakta.Önümüzdeki ay o yapımlarda görüşmek üzere.

27 Şubat 2012 Pazartesi

84. OSCAR ÖDÜLLERİ : NE DEDİK,NE OLDU



Ve nihayet uzun süredir beklenen Oscar töreni sonucunda sinemanın en prestijli ödülleri sahiplerini buldu.Geceye 5’er Oscar alan The Artist ve Hugo damgasını vurdu.Ana ödülleri The Artist toplarken,teknik dallarda beklenildiği gibi Hugo başarılı oldu.Geçen seneki gibi büyük bir çekişmenin yaşanmadığı,neredeyse hiç sürprizin olmadığı bir tören izledik.Törenden önce twitter’da bazı tahminler yapmıştım.12 dalda yaptığım bu tahminlerin 10’unu tutturmuş bulunuyorum.Önce tahminlerime ve sonuçlara bakalım,daha sonra da geceyi şöyle bir yorumlayalım.


EN İYİ FİLM

Ne Dedim : The Artist
Ne Oldu: The Artist
Ödülü Alan Aday Olmasaydı Kim Almalıydı : Hugo

Kazananı tahmin etmenin zor olmadığı bir daldı.The Artist bu dalda çok ağır basıyordu.BAFTA’daki zaferi zaten bu ödülün habercisiydi.Gerçekten başarılı bir film ama fazla abartmaya da gerek yok.Ödülü aldı çünkü bu sene büyük bir rakibi yoktu.Geçen sene aday olmuş olsaydı onca güçlü yapım arasından bu ödülü alamayabilirdi.Hugo da çok başarılı bir filmdi ancak çok orijinal olan ve sinema sanatının en çıplak halini izleyiciye başarıyla sunan The Artist’in gerisinde kaldı.Sonuç olarak The Artist bu ödülü sonuna kadar hak etti diyebiliriz

EN İYİ YÖNETMEN


Ne Dedim : Michel Hazanavicius – The Artist
Ne Oldu : Michel Hazanavicius – The Artist
Ödülü Alan Aday Olmasaydı Kim Almalıydı : Martin Scorsese - Hugo

Yine BAFTA'da olduğu gibi The Artist’in başarıya ulaştığı bir dal.Bu ödülü kazananın En İyi Film'i de aldığını biliyoruz.Martin Scorsese’nin adaylar arasında olmasıyla çekişme beklenen dalda ödülü ondan daha çok hak ettiğini düşündüğüm Michel Hazanavicius kazandı.Scorsese Hugo’da yine çok başarılı bir iş çıkarmasına rağmen,Hazanavicius’un The Artist’teki tarzı ve seyirciye hakimiyeti karşısında duramayacaktı.Sonuçta yine hak edilmiş bir ödül var elimizde.


EN İYİ ERKEK OYUNCU

Ne Dedim : Jean Dujardin – The Artist
Ne Oldu : Jean Dujardin –The Artist
Ödülü Alan Aday Olmasaydı Kim Almalıydı : Brad Pitt – Moneyball

Yine kazananın diğerlerine çok ağır bastığı dallardan biri.Lamı cimi yok.Jean Dujardin bu ödülü sonuna kadar hak etti.Ben filmi izlerken kendisinden gözlerimi alamamıştım.Gary Oldman’ın Tinker Tailor Soldier Spy’daki oyunculuğunda fazla göze batan bir şey yoktu.Çok daha başarılı olduğu filmlerde aday olarak gösterilmeyen (başta Léon) Oldman’a,Akademi’nin bir lütufta bulunduğunu düşünüyorum.Dujardin olmasaydı ödülü Moneyball’daki performansıyla Brad Pitt almalıydı.


EN İYİ KADIN OYUNCU

Ne Dedim : Meryl Streep – The Iron Lady
Ne Oldu : Meryl Streep – The Iron Lady
Ödülü Alan Aday Olmasaydı Kim Almalıydı : Viola Davis – The Help

Ödülü Viola Davis alır diyenler yanıldılar.Başından beri Meryl Streep demiştik.Streep bu performansıyla karşımızda dururken başka bir şey düşünmek olanaksızdı.Son derece vasat bir filmi gözümüzü kırpmadan izleten bir insandan bahsediyoruz.Böyle bir filmle de ödül almak sadece ona nasip olurdu herhalde.Tartışmasız hak edene gitti.


EN İYİ YARDIMCI ERKEK OYUNCU

Ne Dedim : Christopher Plummer - Beginners
Ne Oldu : Christopher Plummer - Beginners
Ödülü Alan Aday Olmasaydı Kim Almalıydı : Jonah Hill – Moneyball

Belki de en garanti daldı.Herkesin tahmini aynıydı.Fazla söze gerek yok,Plummer bu ödülü alan en yaşlı adam olurken bu sonucu da hak etti.

EN İYİ YARDIMCI KADIN OYUNCU


Ne Dedim : Octavia Spencer – The Help
Ne Oldu : Octavia Spencer – The Help
Ödülü Alan Aday Olmasaydı Kim Almalıydı : Bérénice Bejo – The Artist

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında olduğu gibi kazanan belli gibiydi.Octavia Spencer tartışmasız favoriydi ve kazandı.Ödülü aldıktan sonraki hali görülmeye değerdi.

  
EN İYİ UYARLAMA SENARYO

Ne Dedim : The Descendants
Ne Oldu : The Descendants
Ödülü Alan Aday Olmasaydı Kim Almalıydı : Tinker Tailor Soldier Spy

Burada da tahmin etmenin zor olmadığı bir galip görüyoruz.Diğerleri aralarında yarışırken The Descendants hak ettiği ödülü alıp gitti.Eğer aday olmasaydı Hugo’nun aksine Tinker Tailor Soldier Spy’a gitmeliydi bence bu ödül.


EN İYİ ÖZGÜN SENARYO

Ne Dedim : Midnight In Paris
Ne Oldu : Midnight In Paris
Ödülü Alan Aday Olmasaydı Kim Almalıydı : The Artist

Bu dalda hiç birini beğenmediğim adaylar arasında daha başarılı olandan yana kullanmıştım tercihimi.Diğer sıradan senaryoların yanında yaratıcı olan bir tek Midnight In Paris’ti.Burada yine Woody Allen farkı galip geldi.The Artist’e karşı kaybetmesini beklemek biraz hayalperestlik olurdu.Sonuç olarak hak edildi.


EN İYİ GÖRÜNTÜ YÖNETİMİ / SİNEMATOGRAFİ

Ne Dedim : The Tree of Life
Ne Oldu : Hugo

Gecenin en büyük sürprizinin yaşandığı daldayız şimdi.Gözüm kapalı The Tree of Life’a gider dediğim ödülü Hugo kazandı.Akademi bu dalda adeta ters köşe yaptı diyebiliriz.Gecede içime sinmeyen tek ödüldür belki de.Bu ödülü kesinlikle ve kesinlikle The Tree of Life almalıydı,ötesi yok.Hakkının sonuna kadar yendiğini düşünüyorum.

EN İYİ SANAT YÖNETİMİ

Ne Dedim : Hugo
Ne Oldu : Hugo
Ödülü Alan Aday Olmasaydı Kim Almalıydı : Midnight In Paris

Bas bas Hugo diye bağıran bir daldı.Midnight In Paris de bu alanda başarılıydı fakat Hugo karşısında hiç şansı yoktu.Gecenin en isabetli kararlarından biriydi kesinlikle.

EN İYİ KURGU

Ne Dedim : Hugo
Ne Oldu : The Girl With The Dragon Tattoo

Yine Akademi’nin şaşırtan kararlarındandı.Genelde bu dal En İyi Film’i etkileyen dallar arasında gösterilir ancak ben The Artist’e hiç şans vermediğim için Hugo tahmininde bulundum.Akademi’nin The Girl With The Dragon Tattoo’ya çok az adaylık vererek önemsemediğini düşündüğüm için bu sonuç aklımdan geçmezdi.Sonuç olarak hak ettiğini düşündüğüm bir yere gittiği için sorun yok.

EN İYİ MÜZİK

Ne Dedim : The Artist
Ne Oldu : The Artist
Ödülü Alan Aday Olmasaydı Kim Almalıydı : War Horse

John Williams’la War Horse’un sürpriz yapabileceği düşünülse de ödül yine gitmesi gereken yere gitti.Tahmin edildiği gibi The Artist burada da sonuca ulaştı.


Diğer dallarda ise tahmin yürütmeye çok gerek yoktu,ödüllerin nereye gideceği belli gibiydi.


En İyi Kostüm: The Artist
En İyi Makyaj: The Iron Lady
En İyi Ses Kurgusu: Hugo
En İyi Ses Miksajı: Hugo
En İyi Görsel Efekt: Hugo
En İyi Şarkı: Man or Muppet (The Muppets)
En İyi Kısa Film: The Shore
En İyi Belgesel (Kısa Metraj): Saving Face
En İyi Animasyon (Kısa Metraj): The Fantastic Flying Books of Mr. Morris Lessmore
En İyi Belgesel: Undefeated
En İyi Animasyon: Rango
En İyi Yabancı Film: A Separation (İran)


Biraz da gece hakkında konuşalım.Görüldüğü üzere Hugo,büyük ödüllerde The Artist’in hep bir adım gerisinde kalmış,arkasından takip etmiş.Eğer The Artist aday olmasaydı bir Titanic veya Ben-Hur şovu izleyebilirdik ondan.

Bu seneki ödül töreniyle ilgili gözüme çarpan başka bir şeyi paylaşmak istiyorum.Şunu artık çok iyi biliyoruz ki Akademi,Martin Scorsese ve Christopher Nolan’a çok sıcak bakmıyor.Şu zaman kadar çok iyi eserler yaratan bu ikili ne yazık ki hep Akademi’nin ilgisiz yanıyla karşılaştı.Scorsese bu duvarı ancak yıllar sonra The Departed ile yıkabildi.Nolan’ın The Prestige’ine yapılanları ve geçen sene Inception’la En İyi Yönetmen Oscarı’na aday bile gösterilmediğini biliyoruz.Madalyonun öbür yüzünde ise Akademi,David Fincher’a hep ılımlı yaklaşıp her defasında şans verdi.Bunu geçen sene The Social Network gibi Akademi’nin hiç de tarzı olmayan bir yapımı büyük dalların en güçlü adayları arasında göstermesiyle çok net göze soktu.O zaman anladık ki Akademi film değil yönetmen seçiyor.Ancak bu sene o düşünceyi tamamen yıktılar.Fincher’ın iddialı yapımı The Girl With The Dragon Tattoo’yu neredeyse yok saydılar.Güçlü dallardan sadece En İyi Kadın Oyuncu’da yer bulabildi film.Bu durum bana Akademi’nin de değişmekte olabileceğini düşündürdü.İlerleyen yılarda öyle mi oldu göreceğiz.

Onun dışında The Girl With The Dragon Tattoo ile Tinker Tailor Soldier Spy’ın neden En İyi Film ödülüne aday olmadığını anlayan beri gelsin.



Neyse.Yazımın sonuna geldim.Geçen seneki tadı vermese de töreni yine soluksuz izledik.Biz Oscar’ı yeni atlatmışken şimdiden önümüzdeki yıl için hazırlıklar başladı.Bundan daha iyi geçmesini dilediğim 2012 töreninde yine görüşürüz umarım.





25 Şubat 2012 Cumartesi

THE TREE OF LIFE


Sinemanın değişik yüzünü kullanarak ezber bozan bu yapımla ilgili biraz geç de olsa bir şeyler karalamaya karar verdim.Başrollerini Brad Pitt,Sean Penn ve Jessica Chastain’in paylaştığı The Tree of Life,kullandığı öğeler ve hikayeye yaklaşım tarzıyla film olgusuna bambaşka bir boyut kazandırıyor.Tanrı,insan ve varoluşun arasını belgesel tandanslı büyüleyici görüntülerle dokuyan çok ama çok farklı bir yapım.Derin bir metafor topluluğunu mistik ve ruhani anlatım diliyle harmanlamış ağır bir dramı izliyoruz.Filmin her yerinden sanat akıyor.Son zamanlarda beni en çok etkileyen yapımlardan biri.

İlk önce filmin en başına değinmek gerek.İnsanoğlunun yaşamında iki şeyi seçeceğinden bahsediliyor:Erdem veya doğa.Erdemi seçenler başkalarını düşünen,bencillikten uzak,paylaşmayı ve yardımlaşmayı seven insanlar oluyor.Doğa tarafındakiler ise hükmetmek ve sahip olmaktan hoşlanan,daha bencil yaradılıştalar.Film aslında temelini göze çok batırmadan bu iki öğe üzerine kuruyor.

Filmde anlatılmak istenen şey iki ayrı koldan ilerliyor.İlk kolda üç erkek çocuklu muhafazakar bir aile var.Asıl hikaye onların üzerinden şekilleniyor.Ailenin hayatı büyük çocuklarını kaybetmeleriyle trajik bir hal alıyor.Bu olaydan sonra film ailenin yaşamının başlangıcına yani çocukların doğumuna dönüyor.



İşte bu noktada filmdeki ikinci kol devreye giriyor.Bu kol hikayeden çok farklıymış gibi duruyor başta.Evrenin ve dünyanın yaratılışından yok oluşuna,tek hücreli canlıların oluşumundan insanın doğumuna kadar olan varoluş destanı ancak belgesellerde görebileceğimiz muazzam görsellerle anlatılmaya başlıyor.Evrenin bu hikayesi ailenin çocuklarının doğma,büyüme ve ölme öyküsüyle destekleniyor.Bu ikisinin paralelliği gösteriliyor izleyiciye.Varoluş destanını muazzam bir pencereden gözler önüne seriyor.Böylece iki kol birleşiyor ve ortak bir hikayeye dönüşüyor.Ayrıca bu belgesel tarzındaki görüntüler evrenin yaratılışındaki kusursuzluğu bir kez daha hatırlatıyor bizlere.

Belgesel tandanslı bölümün devamında yaşamdaki erdem ve doğanın rollerine giriş yapılıyor.Bu seçimlerin hep var olduğu anlatılmak isteniyor.

-----------------spoiler------------------------

Bu bölümde büyük bir dinozorun,yerde savunmasızca yatan başka bir dinozora ayağıyla bastığını görüyoruz.Büyüğü doğayı,savunmasız olanı erdemi simgeliyor.Zaman fark etmiyor,dünyanın ilk canlıları bile bu seçimi yapıyor denilmek isteniyor.Bu iki olgunun dünyanın yaratılışından sona erişine kadar hüküm süreceği gözler önüne seriliyor.

-----------------spoiler------------------------

Ailenin hikayesine dönüyoruz tekrar.Artık simge ve metaforlar daha çok göze batıyor.Çocuklar büyüdükçe baba despotlaşıyor,onların üzerinde hakimiyet kurmaya çalışıyor.Baba tanrı,çocuklar kulu rolüne bürünüyor.Erdem ve doğa oluyorlar aynı zamanda.Çocukların babasından uzaklaşması,tanrı ile insanların arasında yaşanan kopuklukları simgeliyor.Filmin aralarında genelde annenin tanrıya seslenişlerine de yer veriliyor.Bu seslenişler bazen sorguya dönüşüyor.Burada yine simge ve metaforlar devrede.Çocuklar da aslında babalarına seslerini duyurmak istiyorlar ancak olmuyor.


Filmin yönetmeni Terrence Malick’in her zaman kendine has bir tarzı var.Mistisizm katkılı eserlerine yumuşak ve naif bir şekilde dokunuyor.Bu yapımdaki benzerlikleri diğer bir filmi The New World’de de görebiliyorsunuz.Konuyu yavaş işlemesi ve aşırı duygusal sahneler kullanmasıyla bir hikayeyi tahmin edemeyeceğiniz noktalara çekebiliyor.Sıra dışı bir anlayışı olduğu kesin.

Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazanan The Tree of Life herkesin sevemeyeceği bir yapım.Bazı bünyelere ağır gelebilir.Sanatsal yapısıyla festival filmi tarzına çok yakın.Bu gibi yapımları sevmiyorsanız size göre değil.Ama yüreğinize biraz dokunulmasını,varoluş nedenlerinizi yeniden hissetmeyi istiyorsanız bu son derece çarpıcı ve etkileyici filmi kesinlikle kaçırmayın derim.

24 Şubat 2012 Cuma

EN İYİ FİLM OSCARLARI (1927 - 2010)


Bizim için pazarı pazartesiye bağlayacak gecede gerçekleşecek 84.Oscar Ödül Töreni'ne çok az kaldı.Heyecan dorukta.Birbirinden güzel ödüllerin verileceği gecenin en önemli ve prestijli heykelciği tabi ki "En İyi Film Oscarı".Ben de bugün size 1927'den 2010'a kadar olan sürede bu ödülü kazanan filmleri hatırlatmak istedim.Buyurun,keyifle izleyin.




Ve 2011 yılı için bu filmlerin yanına The Artist gelecek.Peki hak ediyor mu? Kesinlikle.

20 Şubat 2012 Pazartesi

GANGS OF NEW YORK – TAXI DRIVER


Bugünkü inceleme yazım için 2 tane Martin Scorsese film seçtim.Usta yönetmenin ellerinden çıkan,her şeyiyle birbirinden farklı bu 2 yapıma şöyle bir göz gezdirelim ne dersiniz?


Gangs of New York :

Türkçe adı: New York Çeteleri
Yapım: ABD,İtalya
Gösterime girdiği sene: 2002
Türkiye’de gösterime girdiği sene: 2003
Tür: Suç,Dram,Tarih
Yönetmen: Martin Scorsese
Senaryo: Jay Cocks (hikaye) , Jay Cocks,Steven Zaillian,Kenneth Lonergan (senaryo)
Oyuncular: Leonardo DiCaprio,Daniel Day-Lewis,Cameron Diaz,Liam Neeson
Süre: 167 dk.
IMDB puanı: 7.4/10
IMDB Top 250 sırası: Yok
Metacritic puanı: 72/100
Rotten Tomatoes puanı: 75/100
Beyaz Perde puanı: 3.6/5
Divx Planet puanı: 7.5/10
Benim puanım: 7.7/10



New York’un yeni yeni kurulduğu 1800’lü senelerde geçen bir dönem filmi Gangs of New York.Bölgelere bölünmüş ve çetelerce yönetilen New York’taki güç savaşının kızıştığı zamanlara götürüyor bizi Martin Scorsese.Film bir intikam hikayesi etrafında şekillenirken,dünyanın en büyük şehirlerinden birinin nasıl inşa edildiği,nerelerden bu günlere geldiği konusunda da tatlı bir gezinti yaptırmayı başarıyor.

Hikaye ile başlayalım.New York'un kurulmakta olduğu o yıllarda otoriteyi ele geçirmek isteyen çeteler sürekli birbirleriyle savaşmaktadır.Bu savaşlar belli bir seremoni ve onur düzeni içinde gerçekleşmektedir.Kendilerini yerliler olarak tanımlayan Native Americans ile Dead Rabbits çeteleri birbirlerinin en büyük rakipleridir.İki çete aralarındaki hesabı bitirebilmek için son ve en kanlı çatışmalarında karşı karşıya gelirler.Bu kapışmanın sonunda yerlilerin lideri Butcher Bill (Daniel Day-Lewis),Dead Rabbits lideri “Priest” Vallon’u (Liam Neeson) öldürerek savaşı bitirir.Babası gözleri önünde öldürülen küçük Amsterdam (Leonardo DiCaprio) ise kaçarak New York’u terk eder.Aradan geçen yıllar sonunda büyüyen Amsterdam,İrlanda’dan New York’a geri döner.Amacı New York’taki otoriteyi eline geçirmek ve Bill’i öldürüp babasının intikamını almaktır.



Önceden de söylediğim gibi bir intikam hikayesini izliyoruz aslında.Babasının kanına karşılık kan isteyen Amsterdam’ın yerlilerin arasına sızıp Bill’in güvenini kazanması planın ta kendisi burada.Amsterdam bu oyunu son derece iyi oynarken Bill’in iç dünyasıyla da yüzleşmek zorunda kalıyor.O sert ve acımasız görünüşünün ardında her zaman onurlu ve duygusal bir adam olduğunu öğreniyor izleyici de.Öldürdüğü “Priest” Vallon’un resmini evinin ve kasap dükkanının en önemli köşesinde saklıyor,o derece rakibine saygılı.Amsterdam’ın bir yanında intikam ateşi yanarken diğer yanında Bill’e olan saygısı ve sadakati de beliriyor.Hiçbir zaman bu intikam isteğinden vazgeçmiyor ama Bill’e de ilk günkü gibi safi nefretle bakmıyor.Onur ve saygı bu adamlar için öldürürken bile ilk dikkat ettikleri şeyler oluyor.


Film tipik Scorsese altyapısından biraz farklı bu sefer.Yönetmenin The Aviator’da olduğu gibi tarzının dışına kaydığı bir yapım olmuş.Suç temasını günümüze inşa eden Scorsese’nin bu seferki sahnesi 1800’ler.Bu da bize farklı bir deneyim yaşatıyor.Scorsese kullandığı sahneyi çok güzel allamış,pullamış.O yıllardaki sıkıntılı atmosferi ve karmaşıklığı çok derinden hissediyorsunuz izlerken.Olayların geçtiği o dönem çekici bir hal alıyor.Ancak burada eleştirdiğim olay hikayenin bu gösterişli sahnede biraz geride kalıyor olması.Ben klasik bir öykünün ele alındığını düşünüyorum.Dönem güzel,oyunculuklar güzel,atmosfer güzel ancak bu hikayeden bir şaheser yaratmak zor.Çok fazla bir şey çıkmasını bekleyemezsiniz.Eğer daha sağlam bir hikayenin üzerine oturtulabilseymiş bir başyapıt olabilirmiş,çünkü bunu gerçekleştirmek için her şeye sahip bir yapım.Filmin eksiği için bunu söyleyebilirim.



Oyunculuklara gelirsek bir şey söylemeye gerek yok,muhteşem.Özellikle Daniel Day-Lewis insan üstü bir performansla tüm izleyiciyi kendisine kitliyor.Filmin en güzel yanı o.Kesinlikle En İyi Erkek Oyuncu Oscarı’nı alması gerekiyordu.Akademi de bu konuda hem fikir olacak ki,o zaman vermediği ödülü yine hak ettiği başka bir film olan There Will Be Blood’da verdi.Leonardo DiCaprio da son yıllarda ortaya koyduğu muhteşem oyunculuk performansının sinyallerini bu filmde net olarak vermiş,fark ediliyor.Cameron Diaz ise ilk günlerinden bu yana çok yol kat etmiş olduğunu gözler önüne seriyor.Bir de filmin sonunda çalan U2 şarkısı “The Hands That Built America” şarkısı çok başarılı,söylemeden geçemeyeceğim.

Özetle izlenilmesi gereken bir yapım.New York’a,çetelere,1800’lere ve oyunculuğa doyacaksınız.


Taxi Driver :

Türkçe adı: Taksi Şoförü
Yapım: ABD
Gösterime girdiği sene: 1976
Türkiye’de gösterime girdiği sene: 1977
Tür: Suç,Gerilim
Yönetmen: Martin Scorsese
Senaryo: Paul Schrader
Oyuncular: Robert De Niro,Jodie Foster,Cybill Shephard
Süre: 113 dk.
IMDB puanı: 8.5/10
IMDB Top 250 sırası: 44
Metacritic puanı: 93/100
Rotten Tomatoes puanı: 98/100
Beyaz Perde puanı: 4/5
Divx Planet puanı: 8/10
Benim puanım: 7.7/10



Robert De Niro’nun tek kişilik dev kadro olarak rol aldığı Taxi Driver’la tekrar New York’tayız.Martin Scorsese’nin en iyi eserlerinden biri olarak gösterilen bu filmde kişilik problemleri yaşayan taksi şoförü Travis Bickle’ın hikayesine dalış yapıyoruz.

Bir Vietnam Savaşı gazisi olan Travis Bickle (Robert De Niro), askerden döndükten sonra uyku sorunu yaşamaya başlar.Uyuyamadığı koskoca geceleri boşa geçirmemek için New York’ta taksi şoförlüğü yapmaya karar verir.Taksimetrenin çalıştığı her an şehirde yaşanan başka bir pisliğe tanık olur.Bundan hoşlanır çünkü gözlem yapmaya bayılmaktadır.İnsanlarla kurduğu yakın ilişkileri devamlılık gösterememektedir.Hep kendini adayacağı,parçası olacağı bir şeyler aramaktadır çünkü.Günün birinde sokak fahişesi Iris’le tanıştığında aradığı şeyi bulduğunu anlar.



Filmdeki Travis karakteri sorunlu yapısıyla karşımıza çıkıyor.Kendi yarattığı dünyasında yalnız olmayı seviyor ve her gün yaptığı gözlemlerle hayattaki yerini bulmaya çalışıyor.Bir işe yarama,bir amaca hizmet etme isteği var içinde hep.Yaşadığı dünya üzerinde bir görevi olduğuna inanıyor içten içe.Taksi şoförlüğünü de gözlem yapıp bu görevi keşfedebilmek için seçiyor aslında.Genç fahişe Iris’le tanıştığında bu keşif çalışması son buluyor.Iris’i o hayattan çekip çıkarma,onu kurtarma sorumluluğunu üstleniyor.Aradığı,bir parçası olmak istediği kahramanlık görevine soyunuyor.

Scorsese bu filmde suç temasına diğer filmlerine oranla daha az dokunuyor.Bizi daha çok Travis’in psikolojisine yoğunlaştırıyor.Aslında çok beğenilen bir yapım olmasına rağmen benim Scorsese filmleri arasında en az sevdiğimdir.Yirmi bilemedin yarım saatte anlatılacak olaylar silsilesi uzattıkça uzatılıyor.Temposu diğer filmlerine oranla çok daha düşük.Bu yüzden de sıkılıp uzaklaştığınız anlar olmuyor değil.Robert De Niro oynamasaydı sıradan bir yapım olurdu kanımca.Ben her zaman bu filmden çok daha iyi olduklarını düşündüğüm,temposu yüksek diğer Scorsese filmleri Casino,Goodfellas ve The Departed’ı tercih ederim.Çoğu kişi bana katılmasa da.


Yazının başında dediğim gibi tek kişilik dev bir kadro olmuş Robert De Niro bu filmde.Tamamen onun üstüne şekillenmiş senaryoyu rüzgar gibi sürüklüyor.Üst düzey bir oyunculuk var.Kendine hayran bırakıyor.O meşhur sözü “Are you talking to me?” nin bulunduğu yapım da işte bu.Tek kelimeyle kusursuz.Dediğim gibi bu rolü başkası oynasaydı sıradan bir film izlemiş olurduk.Ayrıca Oscar'lı Jodie Foster'ın çok genç halini bu yapımda görebiliyoruz.

Sonuç olarak her Scorsese filmi gibi yine izlenilmesi gereken bir eser.Arşivde bulunmalı.

18 Şubat 2012 Cumartesi

PLAN VE KONTROL


“Hayat,biz planlar yaparken başımıza gelenlerdir.”

                                                    John Lennon



Herkes olaylar karşısında hazırlıksız yakalanmaktan nefret eder.Hep ellerinde bir kozları olsun isterler,karşı koyacak bir avantaj.Önceden yapılır planlar,hazırlıklar.Kesindir,tam o şekilde gidecektir her şey.Zaman geçip hazırlanılan vakit gelince işler alakasız yerlere gider.Yapılan planlar dağılmıştır,boşa kürek çekilmiştir.Ne umulmuştur,ne bulunmuştur.Bu hayatı planlama ısrarı ömür boyu sürecek,sonuç neredeyse hiç değişmeyecektir.O zaman sonuca ulaşılamayacağını bile bile hayata karşı saçma sapan planlar yapmak niye?


Bir kontrol çılgınlığıdır gitmekte.Hayatı ele alıp istenildiği gibi şekil verme hastalığı.”3 seneye evleneceğim,sonra çocuk yapacağım”.Bazen de “Bunu böyle yaparsam ileride şöyle olur.Ya da en iyisi hiç yapmayayım,kesin geri teper.” demek gibi.Tedbirli olmak güzel şey ancak o başka,hayatı kontrol etmeye çalışarak bir düzene sokma çabası bambaşka bir şey.Yaşamadan bilinemeyeceği uzak zamanlar için boş yere kafa yormanın alemi yok,üstelik yapılan planların çoğunun gerçekleşmediğini varsayarsak.Olmayacağını bilerek ciddi ciddi planlar yapmak yerine hayal kurup hayatı akışına bırakmalı.
 
Bir kere insansın.Sürekli isteklerin,arzuların değişiyor.Neye göre,hangi mantıkla birkaç yıl sonrası için planlar yapabiliyorsun ki.Şimdi istediğini gün gelecek istemeyeceksin.Bugün inandığını yarın inkar edeceksin zaten.Mantığın ne olduğunu hala algılayamamış düzensiz bir organizma olduğunu ve duyguların pençesindeki dengesiz gel-gitlerden meydana geldiğini hatırlayarak plan yapmanın gereksizliğini anlayamaya çalışmak en doğrusu bence.
 
Yaptığı planların hepsini olmasa da büyük bölümünü gerçekleştirebilen çok nadir insanlar da var fakat onları takdir ederken görünürde çok şanslı olduklarını da kabul edelim.Her şey onların iradesi ve dahilikleriyle gerçekleşmiyor.Evrende dengeleri değiştiren bir çok farklı faktör var,talih gibi.Görünürde şanslılar dedim çünkü önceden yaptıkları bazı planları gerçekleştirmeyi başaran bu insanlar gözümde son derece sıkıcıdırlar;idealleri ve hayalleri hep aynı kalmış,aynı şeylerin peşinden sürüklenmişlerdir yıllar boyu.Siz onları mutlu sanarken onlar,renksiz ve monoton hayatlarına sıkışıp kalmışlardır aslında.Başarılı gözükseler bile.
 
Hayat kontrol edilemez bir düzen içinde.Biz kontrol etmeye çalıştıkça o bizi kontrol ediyor,bu böyle.Bunu devam ettirmeye güç sarf ettikçe de olmayacağını çivi gibi kafalara çakıveriyor.
 
Ne güzel söylemiş John Lennon.Hayatı daha iyi tanımlayan bir cümle daha olamaz herhalde.Biz planlar yaparken yaşam başka bir yoldan geçip gidiyor.Onu kontrol etmeye çalışmadan yaşamak en tatlısı,en zevklisi.Hayatımız biz ne kadar keyif almak istiyorsak o kadar keyiflidir.Bırakın tadını çıkaralım anlık değişimlerin.Bırakın rutinlerimiz değişsin,ezber bozalım.Planlamayalım,sürüklenip gidelim hiç durmadan.

16 Şubat 2012 Perşembe

NEW YORK, NEW YORK




Ah New York ah.İç geçirip duruyorum bu şehir aklıma geldikçe.Her zaman hayallerimin sahnesi oldu.Hiç gitmeden bu kentin esiri olabiliyormuş insan.İçine çektikçe çekiyor,bunu her geçen gün daha güçlü hissediyorum.Ama uzaktan bakmaktan sıkıldım artık.İlk fırsatta pılımı pırtımı toplayıp yola çıkmayı kafama koydum.Şartlar uygunlaştığında oradayım.İnşallah tabi.

Bu şehrin beni en çok çeken tarafı hiç uyumuyor olması herhalde.Sürekli bir döngü ve hareket var.Yaşıyor derler ya,o laf New York için söylenmiş bence.Saat kaç olursa olsun inanılmaz bir sirkülasyon hakim sokaklarına.Geceye tapan bir insan olarak tam benlik bir yer üstelik.Işıl ışıl merdivenler gibi simsiyah göğe uzanan gökdelenleriyle bambaşka bir havaya bürünüyor New York geceleri.O ışıltının altındaki kalabalık sokaklarda dolaşmak insanı hiç olmadığı kadar canlı hissettiriyordur,buna eminim.Şehrin en tepesine çıkıp tüm o ışık havuzuna yukarıdan bakmak da ayrı bir rüya.Ayaklarınızın altında yaşayan bir kent olduğunu hissetmenin keyfini düşünemiyorum bile.Empire State üzerinden Manhattan’ı izlemek herkesin hayalidir.Gittiğimde benim de ilk yapacağım işlerden biri olacak.





Tabi gitmesi ayrı bir dert.Uçuk uçak bileti fiyatları,sevimsiz vize koşuşturmacası,işten alınacak belirsiz izin süresi ve zaman olmayışı gibi nedenler yüzünden bir şekilde zorlaşıyor iş.Kişiye en ağır gelen şey seyahatin maliyeti tabi bunların arasında.Ulaşım,konaklama ve gezme New York için bayağı pahalıya geliyor.Düzenlenen turlar bu seyahat adına en mantıklısı gibi gözüküyor şu an bana.Bir kaçını araştırdım,güzel programlar var.İşten yeterli izni alıp biraz para biriktirebilirsem seneye gitmeyi kafaya koydum.Umarım olur.

Manhattan,Brooklyn,Bronx,Queens,Empire State,Times Meydanı,Central Park.Kısacası her şeyiyle hayalimdeki yer New York.Orada yaşamayı çok isterdim.Avrupa hep onun gölgesinde kaldı benim için.New York’un havası hep başkaydı.Orada yaşayıp geri dönen insanlar genelde mutsuz.Bir şekilde tekrar bu rüya şehre dönmek istiyorlar.Ee boşuna demiyorlar “Dünya’nın Başkenti” diye,New York çok başka bir yer.Umarım ben de en yakın zamanda hayalimi gerçekleştirip sokaklarındaki yerimi alırım.Belki bir şey olur ve orada kalırım,kim bilir? :)


 

13 Şubat 2012 Pazartesi

UNUTULMAZ FİLM MÜZİKLERİ – 2

Geçen ay giriş yaptığım unutulmaz film müziklerine aynı hızla devam ediyorum.Yine çok iyi parçalar derledim,topladım.


The Godfather Theme Song (The Godfather) : Hiç bilmeyeninin olmadığı,efsaneleşmiş bir şarkı.Gelmiş geçmiş en iyi filmlerden biri olan The Godfather’ın simgesi.Yıllar geçse de ününden hiçbir şey kaybetmeyecek bir eser.İtalyan müzisyen Nino Rota’nın en iyi işlerinden biri kesinlikle.























Lux Aeterna (Requiem For A Dream) : O kadar muhteşem bir eser ki başta haber bültenleri olmak üzere her yerde kullanarak canını çıkardılar.Sürekli kulağımıza çalınmasından dolayı yavaş yavaş havasını kaybetmeye başlasa da film tarihine adını altın harflerle yazdırmayı çoktan başardı.Harika film müziklerine imza atan Clint Mansell’in şaheserlerinden yalnızca biri.Bir klasik.






















Going The Distance (Rocky) : Tam anlamıyla bir başyapıt arayanları buraya alalım.Tüylerimi diken diken ediyor ne zaman dinlesem.Hiçbir zaman vazgeçemeyeceğim inanılmaz bir eser.Son derece başarılı bir dram olan Rocky filminin ruhunu çok iyi yansıtıyor.Derin bir hüznün ardından yükselerek zafere ulaşıyormuş gibi.Rocky Balboa’nın sıfırdan en tepeye çıkışını özetliyor adeta.Favorilerimden.





















Misirlou (Pulp Fiction) : Yine dillere dolanmış,unutulmaz bir parça.Farklı ve dikkat çekici melodisiyle bir çağa damgasını vurmuş şarkılardan.Son derece eğlenceli bir eser.Quentin Tarantino’nun başyapıtı Pulp Fiction’ı çok güzel tamamlıyor.Eski bir yunan ezgisi olan Misirlou’yu bu filmde Dick Dale yorumuyla dinliyoruz.Dans ettiriyor,eğlendiriyor.





















Mind Heist (Inception) : Çok tempolu bir şarkı Mind Heist.Tek başına bir film gibi.Esiyor,gürlüyor,coşuyor.Inception fragmanını en çok öne çıkaran şey belki de.Zack Hemsey'nin bu bestesi filmle yarışır güzellikte.İlk duyduğunuz anda hafızanıza kazınarak kendini tekrar tekrar dinletiyor.






















Hello Zepp (Saw) : İnsan üstü bir şarkı.Tek kelimeyle şaheser.Saw geleli neredeyse 8 sene olacak ama bu eserin dilime dolanmadığı tek bir gün bile yok.Nerede olursam olayım gün içerisinde hep bu şarkıyı mırıldanırken buluyorum kendimi.İçe işliyor,filmin kendisi gibi gerip tedirgin ediyor.Entrika dolu sahnelerin vazgeçilmezi.Charlie Clouser imzalı dahice bir başyapıt.





















Lose Yourself (8 Mile) : Dünya üzerinde dinleyebileceğiniz en iyi şarkılardan biri.Eminem’i ve rapi sevmeyenleri bile büyüleyen bir şaheser.Son derece gaz bir parça,özellikle arabada dinlemek büyük tehlikelere yol açabilir.8 Mile filminin çok ötesine geçmiş durumda.Çoğu yerde yapılmış en iyi rap parçası olarak gösterilmekte.Kesinlikle muhteşem.Hele bir Drum & Bass remixi var ki o hiç tadından yenmiyor.





















Dinlediğiniz için teşekkür ediyor ve uzaklara doğru kaçıyorum bugünlük.İyi akşamlar...

12 Şubat 2012 Pazar

AŞK BALONU

Neden geldin çocuk? Ayakların yerden kesilsin istedin değil mi? Muhteşem tatların içinde kaybolmak,mutluluktan uçarak gökyüzündeki bulutlara karışmaktı niyetin.Başka hiç bir şeyin önemi olmadan,sadece ve sadece onu düşünmek.Sen gözlerin kararsın istedin.Mantıksızca,son gününmüş gibi her saniyesini ona adamak.Aşk istedin sen,onun gerçekliğine inanmak istedin.

İnanma çocuk.Öyle bir şey yok çünkü.Seni kandırıyorlar,tatlı diye şekerle aldatılan çocuklar gibi.Sen onlara aldırma.Aldanma.

Aşk senin o sevdiğin pastanın kremasıdır çocuk.Aldatmak,kandırmak için ilk adımdır.En üst tarafı kaplar,gözünü boyar,hoştur.Ondan başlarsın yemeye keyifle.Tatlı mı tatlıdır,yumuşacıktır.Doyamazsın tadına.Onun gibisini hiç tatmamışsındır.Ama hep kandırır seni.İki parmak aldın mı bitiverir.Altından çıkan pastanın ta kendisidir.Eğer sen kremanın altındaki o pastayı iyi yapamamışsan,tarifsiz keyfin senin için bitmiş demektir.Aşk da böyledir işte.Gün gelir biter,bitecektir,bitmeye mahkumdur.Ve o gün geldiğinde hiç düşünmeden övdüğün aşkın altını sevgiyle dolduramadıysan,kremayla kendini kandırmışsan tuz buz olursun.Olma,yapma çocuk.

Aşk bir halüsinasyondur çocuk.Gördüğünü,yaşadığını sanarsın onu.Gerçeği örtbas edendir.O ilk günler hep güzeldir değil mi? Sanki dünya sadece seninle ona döner.Hiç bir şeyi umursamazsın.Herkese karşı gelir,onu savunursun.Yemez,içmez,onu görmek için bin bir yollar yaratırsın.O varken sadece gülersin.Yokken huysuzlaşırsın.Ama o güvendiğin heyecan bir yere kadardır.Uçup yok olduğunda ortada kalırsın.Çırılçıplak hissedersin kendini,bomboş.Çünkü sevmemişsindir çocuk.Asıl gerçek duygu olan sevgiyi hissetmemiş,bir balonun peşinden gitmişsindir.Sen de suçlu değilsindir ki.Kimse sana söylememiştir bunu.

Aşk hep kalır mı sandın çocuk? Bunca yıl süren evlilikleri,ilişkileri,mutlulukları o mu sürdürdü zannettin? Bunları başaran sadece sevgidir çocuk.Asıl kutsal olan odur.Sevmek,saygı duymaktır mesele.Evleri kuran,bebekleri büyüten,akşam yuvana gelmeni sağlayan,ele ele tutuşturan,düştüğünde kaldıran...Bunları yapan hiç bir zaman aşk olmamıştır çocuk.O yaramaz olandır,nankördür.İşi bitince terk edendir.Zaman geçince anlarsın gösterişli ama içi bomboş olduğunu.Çok geç olur bazen ama anlarsın.Sevginin büyüklüğünü.

Aşk senin o uçan balonlarına benzer çocuk.Rengarenk ve cıvıl cıvıl.Sevimli ama içi boş.Kayıp gökyüzüne gittiğinde sana bomboş ve hüzünlü eller bırakır.Arkasından ağlarsın,dövünürsün çünkü hiç uçup gideceği anı düşünüp hazırlamamışsındır kendini.Sadece ellerindeki dakikaların tadını çıkarmışsındır.Aşk balonunun tuzağına düşen bir kurban olduğunla kalırsın.Yukarılarda bir yerlerde patladığında sana gökyüzünden boşluk ve hayal kırıklığı düşer,biteviye yalnızlığıyla.

Aşk her zaman “ben sana demiştim”lerle biten bir oyundur sadece.

Sevgiyi aşka tercih et.Huzuru,tutkuya.

Eğer mutlu olmak istiyorsan ruhunla sev çocuk.Sadece ve ömür boyu sev.Sapmadan ve gerçekten...

11 Şubat 2012 Cumartesi

MİM’Lİ HAREM !


Blogda mim olayı hoşuma gidiyor.Bu yüzden severek takip ettiğim poliganum’un beni mimlemesine kayıtsız kalamazdım.Konu çok keyifli ve eğlenceli.Erkekler beğendiği 10 kadının,kadınlar da vazgeçemediği 10 erkeğin ismini yazıp haremini kuruyor.Bu durumda bana da beğendiğim kadınlardan oluşan kendi mimli haremimi kurmak düşüyor.Bunca güzel kadının arasında seçim yapmak mümkün olmadığından sıralamayı gelişi güzel yaptım,sayıların bir önemi yok.Buyurun bakalım haremimizde kimler var.


1 - Angelina Jolie : Fazla bir şey söylemeye gerek yok zaten.Her şey ortada.Dünya üzerinde yaşayan en güzel kadın.Tartışmasız.

2 - Marion Cotillard : Muhteşem,olağanüstü,baş döndürücü.Bu kadını gördüğüm zaman aklıma aşk geliyor,baştan aşağıya aşk kokuyor.Zerafet,naiflik,gizem,şirinlik ve muhteşem bir gülümseme.Fransız kadınını simgeleyen en iyi örnek.Hep var olsun.

3 - Deborah Ann Woll : Fanatiği olduğum True Blood dizisinin kızıl vampiri.Olağanüstü bir varlık.Böyle bir şeyin dünya üzerinde nefes alıyor olması bile şahane.İnsan bu hatunun dizideki sahnelerini iple çekiyor.Vampirliğin en çok yakıştığı kadın.

4 – Rachel McAdams : Tatlılık ve sempatiklikten bir gün öleceğine inanıyorum.Bebek gibi.Koy karşına bütün gün gülsün,sen de onu seyret.Ufak tefek bir afet.

5 – Mila Kunis : Nasıl bir kadın çözemedim,olacak iş değil.Çok ama çok güzel.Yuva yıkacak cinsten.Black Swan ve Friends With Benefits ile geçtiğimiz yıla damgasını vurdu,vurmaya da devam edecek anlaşılan.Muhteşem gözler,şahane mimikler,baştan çıkarıcı tavırlar...Her şey mevcut.


6 – Penelope Cruz : İnsan olmayanlardan.Çok farklı bir tarzı var bu kadının.Rahatsız ve çatlak halleri mükemmel.Bence Johhny Depp’in kadın versiyonu.Depp’in nasıl anlaşılmaz bir çekiciliği varsa o çekicilikten bu kadında da var.Oyunculuğu zaten insan ötesi.Kendisi de en çok arzulanan kadınlardan.

7 – Sophia Bush : One Tree Hill dizisinin efsanelerinden.Bu kadına hayranlığım hiç geçmeyecek herhalde.9 sezondur izlediğim dizinin en mükemmel şeyi.Hem bu kadar sempatik,hem de seksi olmayı nasıl başarıyor anlamıyorum.Az kişi tarafından keşfedilmesi de onu özel kılıyor.Harika.

8 – Rhona Mitra : Afet demek hafif kalır.Kadınlığın olgunluğunu yansıtan bir yüz,keskin ötesi bakışlar,şahane bir fizik.36 yaşında belki de en güzel günlerini yaşıyor.Kadın denilince akla ilk gelenlerdendir benim için.Onun uğruna rezalet filmlerini az izlemedim.Dünyada etkileyemeyeceği bir erkek olamaz.

9 – Katy Perry : Listemdeki tek oyuncu olmayan başyapıt.Bu kadını her gördüğümde içim eriyor,gidiyor.Çok ama çok farklı bir havası var.Çılgın tavırları son derece çekici.Hem süper seksi hem de inanılmaz şeker.Koskocaman gözleri enfes.Fiziği zaten muhteşem.Herhalde tanrı daha önceki eseri olan Zooey Deschanel’i çok beğenmiş olacak ki Katy Perry olarak bir benzerini yaratmış,süper olmuş.Çok fazla can yakıyor.

10 – Monica Bellucci : İnsan ötesi İtalyan varlık.Kadının vücut bulmuş hali.Bir efsane.Bir kadın ancak bu kadar mükemmel olabilir.Her yaşında daha da kusursuzlaşıyor.Fazla söze gerek olmayanlardan.Angelina Jolie ile birlikte tüm dünyayı idare edebilirler.


Bir tek Eva Mendes dışarıda kaldı.Onu da yedekten sokarak ilk 11’i tamamlıyorum.

Şimdi de ben bazı yazarları mimleyeyeyim.Çoğu yazar mimlendiğinden listemiz dar:

Anci

Benden bu kadar.PisPapaz kaçar...