Bugünkü inceleme yazım için 2 tane Martin Scorsese film seçtim.Usta yönetmenin ellerinden çıkan,her şeyiyle birbirinden farklı bu 2 yapıma şöyle bir göz gezdirelim ne dersiniz?
Gangs of New York :
Türkçe adı: New York Çeteleri
Yapım: ABD,İtalya
Gösterime girdiği sene: 2002
Türkiye’de gösterime girdiği sene: 2003
Tür: Suç,Dram,Tarih
Yönetmen: Martin Scorsese
Senaryo: Jay Cocks (hikaye) , Jay Cocks,Steven Zaillian,Kenneth Lonergan (senaryo)
Oyuncular: Leonardo DiCaprio,Daniel Day-Lewis,Cameron Diaz,Liam Neeson
Süre: 167 dk.
IMDB puanı: 7.4/10
IMDB Top 250 sırası: Yok
Metacritic puanı: 72/100
Rotten Tomatoes puanı: 75/100
Beyaz Perde puanı: 3.6/5
Divx Planet puanı: 7.5/10
Benim puanım: 7.7/10
New York’un yeni yeni kurulduğu 1800’lü senelerde geçen bir dönem filmi Gangs of New York.Bölgelere bölünmüş ve çetelerce yönetilen New York’taki güç savaşının kızıştığı zamanlara götürüyor bizi Martin Scorsese.Film bir intikam hikayesi etrafında şekillenirken,dünyanın en büyük şehirlerinden birinin nasıl inşa edildiği,nerelerden bu günlere geldiği konusunda da tatlı bir gezinti yaptırmayı başarıyor.
Hikaye ile başlayalım.New York'un kurulmakta olduğu o yıllarda otoriteyi ele geçirmek isteyen çeteler sürekli birbirleriyle savaşmaktadır.Bu savaşlar belli bir seremoni ve onur düzeni içinde gerçekleşmektedir.Kendilerini yerliler olarak tanımlayan Native Americans ile Dead Rabbits çeteleri birbirlerinin en büyük rakipleridir.İki çete aralarındaki hesabı bitirebilmek için son ve en kanlı çatışmalarında karşı karşıya gelirler.Bu kapışmanın sonunda yerlilerin lideri Butcher Bill (Daniel Day-Lewis),Dead Rabbits lideri “Priest” Vallon’u (Liam Neeson) öldürerek savaşı bitirir.Babası gözleri önünde öldürülen küçük Amsterdam (Leonardo DiCaprio) ise kaçarak New York’u terk eder.Aradan geçen yıllar sonunda büyüyen Amsterdam,İrlanda’dan New York’a geri döner.Amacı New York’taki otoriteyi eline geçirmek ve Bill’i öldürüp babasının intikamını almaktır.
Önceden de söylediğim gibi bir intikam hikayesini izliyoruz aslında.Babasının kanına karşılık kan isteyen Amsterdam’ın yerlilerin arasına sızıp Bill’in güvenini kazanması planın ta kendisi burada.Amsterdam bu oyunu son derece iyi oynarken Bill’in iç dünyasıyla da yüzleşmek zorunda kalıyor.O sert ve acımasız görünüşünün ardında her zaman onurlu ve duygusal bir adam olduğunu öğreniyor izleyici de.Öldürdüğü “Priest” Vallon’un resmini evinin ve kasap dükkanının en önemli köşesinde saklıyor,o derece rakibine saygılı.Amsterdam’ın bir yanında intikam ateşi yanarken diğer yanında Bill’e olan saygısı ve sadakati de beliriyor.Hiçbir zaman bu intikam isteğinden vazgeçmiyor ama Bill’e de ilk günkü gibi safi nefretle bakmıyor.Onur ve saygı bu adamlar için öldürürken bile ilk dikkat ettikleri şeyler oluyor.
Film tipik Scorsese altyapısından biraz farklı bu sefer.Yönetmenin The Aviator’da olduğu gibi tarzının dışına kaydığı bir yapım olmuş.Suç temasını günümüze inşa eden Scorsese’nin bu seferki sahnesi 1800’ler.Bu da bize farklı bir deneyim yaşatıyor.Scorsese kullandığı sahneyi çok güzel allamış,pullamış.O yıllardaki sıkıntılı atmosferi ve karmaşıklığı çok derinden hissediyorsunuz izlerken.Olayların geçtiği o dönem çekici bir hal alıyor.Ancak burada eleştirdiğim olay hikayenin bu gösterişli sahnede biraz geride kalıyor olması.Ben klasik bir öykünün ele alındığını düşünüyorum.Dönem güzel,oyunculuklar güzel,atmosfer güzel ancak bu hikayeden bir şaheser yaratmak zor.Çok fazla bir şey çıkmasını bekleyemezsiniz.Eğer daha sağlam bir hikayenin üzerine oturtulabilseymiş bir başyapıt olabilirmiş,çünkü bunu gerçekleştirmek için her şeye sahip bir yapım.Filmin eksiği için bunu söyleyebilirim.
Oyunculuklara gelirsek bir şey söylemeye gerek yok,muhteşem.Özellikle Daniel Day-Lewis insan üstü bir performansla tüm izleyiciyi kendisine kitliyor.Filmin en güzel yanı o.Kesinlikle En İyi Erkek Oyuncu Oscarı’nı alması gerekiyordu.Akademi de bu konuda hem fikir olacak ki,o zaman vermediği ödülü yine hak ettiği başka bir film olan There Will Be Blood’da verdi.Leonardo DiCaprio da son yıllarda ortaya koyduğu muhteşem oyunculuk performansının sinyallerini bu filmde net olarak vermiş,fark ediliyor.Cameron Diaz ise ilk günlerinden bu yana çok yol kat etmiş olduğunu gözler önüne seriyor.Bir de filmin sonunda çalan U2 şarkısı “The Hands That Built America” şarkısı çok başarılı,söylemeden geçemeyeceğim.
Özetle izlenilmesi gereken bir yapım.New York’a,çetelere,1800’lere ve oyunculuğa doyacaksınız.
Taxi Driver :
Türkçe adı: Taksi Şoförü
Yapım: ABD
Gösterime girdiği sene: 1976
Türkiye’de gösterime girdiği sene: 1977
Tür: Suç,Gerilim
Yönetmen: Martin Scorsese
Senaryo: Paul Schrader
Oyuncular: Robert De Niro,Jodie Foster,Cybill Shephard
Süre: 113 dk.
IMDB puanı: 8.5/10
IMDB Top 250 sırası: 44
Metacritic puanı: 93/100
Rotten Tomatoes puanı: 98/100
Beyaz Perde puanı: 4/5
Divx Planet puanı: 8/10
Benim puanım: 7.7/10
Robert De Niro’nun tek kişilik dev kadro olarak rol aldığı Taxi Driver’la tekrar New York’tayız.Martin Scorsese’nin en iyi eserlerinden biri olarak gösterilen bu filmde kişilik problemleri yaşayan taksi şoförü Travis Bickle’ın hikayesine dalış yapıyoruz.
Bir Vietnam Savaşı gazisi olan Travis Bickle (Robert De Niro), askerden döndükten sonra uyku sorunu yaşamaya başlar.Uyuyamadığı koskoca geceleri boşa geçirmemek için New York’ta taksi şoförlüğü yapmaya karar verir.Taksimetrenin çalıştığı her an şehirde yaşanan başka bir pisliğe tanık olur.Bundan hoşlanır çünkü gözlem yapmaya bayılmaktadır.İnsanlarla kurduğu yakın ilişkileri devamlılık gösterememektedir.Hep kendini adayacağı,parçası olacağı bir şeyler aramaktadır çünkü.Günün birinde sokak fahişesi Iris’le tanıştığında aradığı şeyi bulduğunu anlar.
Filmdeki Travis karakteri sorunlu yapısıyla karşımıza çıkıyor.Kendi yarattığı dünyasında yalnız olmayı seviyor ve her gün yaptığı gözlemlerle hayattaki yerini bulmaya çalışıyor.Bir işe yarama,bir amaca hizmet etme isteği var içinde hep.Yaşadığı dünya üzerinde bir görevi olduğuna inanıyor içten içe.Taksi şoförlüğünü de gözlem yapıp bu görevi keşfedebilmek için seçiyor aslında.Genç fahişe Iris’le tanıştığında bu keşif çalışması son buluyor.Iris’i o hayattan çekip çıkarma,onu kurtarma sorumluluğunu üstleniyor.Aradığı,bir parçası olmak istediği kahramanlık görevine soyunuyor.
Scorsese bu filmde suç temasına diğer filmlerine oranla daha az dokunuyor.Bizi daha çok Travis’in psikolojisine yoğunlaştırıyor.Aslında çok beğenilen bir yapım olmasına rağmen benim Scorsese filmleri arasında en az sevdiğimdir.Yirmi bilemedin yarım saatte anlatılacak olaylar silsilesi uzattıkça uzatılıyor.Temposu diğer filmlerine oranla çok daha düşük.Bu yüzden de sıkılıp uzaklaştığınız anlar olmuyor değil.Robert De Niro oynamasaydı sıradan bir yapım olurdu kanımca.Ben her zaman bu filmden çok daha iyi olduklarını düşündüğüm,temposu yüksek diğer Scorsese filmleri Casino,Goodfellas ve The Departed’ı tercih ederim.Çoğu kişi bana katılmasa da.
Yazının başında dediğim gibi tek kişilik dev bir kadro olmuş Robert De Niro bu filmde.Tamamen onun üstüne şekillenmiş senaryoyu rüzgar gibi sürüklüyor.Üst düzey bir oyunculuk var.Kendine hayran bırakıyor.O meşhur sözü “Are you talking to me?” nin bulunduğu yapım da işte bu.Tek kelimeyle kusursuz.Dediğim gibi bu rolü başkası oynasaydı sıradan bir film izlemiş olurduk.Ayrıca Oscar'lı Jodie Foster'ın çok genç halini bu yapımda görebiliyoruz.
Gangs of New York: Sinemanın sihirli yönetmenlerinden olan Scorsese'in hayat boyunca gerçekleştirmek istediği projelerden birisidir.konu o kadar ağır ve dramatik ki.. Her anında etkiliyor bence.. Harika bir New York teması var filmde. vs vs
YanıtlaSiltaxi driver: çok etkileyici iki sahnesi var. bir tanesi filmin sonundaki katliam sahnesi. ama ondan daha önce travis bickle’ın koluna yerleştirdiği silah mekanizması ile aynanın karşısında antrenman yaptığı sahne.Bugün hangi sinemasevere sorsanız tereddüt etmeden efsane karelere yerleştireceği an. “are you talking to me?”
uzun bir yorum oldu sanırım ama eleştirdikçe eleştiririm işte :))
Yazılar için teşekkürler..Çok iyiydi.
Gayet güzel bir yorum oldu,hiç de uzun değil:)Scorsese zaten bu tarz filmlerin markası olmuş bir adam,fazla söz söylemeye gerek yok.Filmlerden Gangs of New York hakikaten büyülü bir atmosferde geçiyor.Çok az bir farkla baş yapıt olmayı kaçırmış.
SilTaxi Driver=De Niro'dur zaten.O sahne hiç unutulur mu?Adamın tek bir repliği yıllardır dillerde.Bu bile onun nasıl bir fenomen olduğunu gösteriyor:)
Beğendiysen ne mutlu bana.Teşekkür ediyorum:)
Mimlendiniz belki ilginizi çeker :))
YanıtlaSilhttp://ofelyakupakizi.blogspot.com/2012/02/ofelyann-sevdikleri-mim.html#comment-form
Teşekkür ediyorum mim için.En kısa sürede yanıtlayacağım:)
SilGangs of New York da Taxi Driver da beni çok saran filmler olmadı ne yazık ki. Yorumlarına çoğunlukla katılmaktayım güzel bir inceleme yazısı olmuş. Bana sorarsan Gangs of New York başyapıt olmaktan çok uzak bir film. Tamam bir sürü detay var ve hepsini ince ince işlemiş scorsese abimiz ama olmamış işte sarmadı beni...
YanıtlaSilTaxi Driver'ı izlerken de çok sıkıldığımı hatırlıyorum hatta ne yalan söyleyeyim sonuna doğru uyuklayacaktım neredeyse. Ama arkadaş o nasıl bir film sonudur öyle yaaa resmen koltuğumdan zıpladım hassiktir dedim :D Filmin sonu çok güzeldi. Ayrıca adamın kızı sinemaya götürmesi de matraktı baya :D çok gülmüştüm o sahneye :D
Gangs of New York Scorsese'nin alışılmış tarzından biraz farklı.Hem hikayenin geçtiği dönem açısından,hem de suç olgusunun işlenişi anlamında.Filmde oluşturulmuş dönem sahnesi hikayenin önünde,çok gösterişli.Hikaye de aynı gösterişi yakalayabilseydi bir başyapıt olabilirdi.Bu eksiğe rağmen sevdiğim filmlerden.
SilTaxi Driver'daki son sahne artık aşina olduğumuz Scorsese kalitesinde,çok klas.Filmin en çok akılda kalan 2-3 sahnesinden biri.Yavaş işleniş o yıllardaki genel özelliklerden ancak dediğim gibi bu adamın temposu yüksek ve komplike filmlerini daha çok seviyorum.
Paylaştığın yorumlar için çok teşekkür ederim,beğenmene sevindim:)