Diablo 3 çıktı,ben de iptal oldum.Bitirdi beni kendisi.Başından hiç kalkamıyorum.İşten gelir gelmez başlıyorum,yatana kadar devam.Hafta sonlarında tamamen eve kapandım,Diablo kampındayım.Bu nedenle ne bir şeyler yazabildim,ne de önümüzdeki günlerde yazabileceğim.Bu böyle ne kadar sürer bilemiyorum ama görünen o ki bir süre daha yazı yayınlayamayacağım.Bir sürü yazı planım vardı,hepsi iptal oldu.Ne yapalım,kısmet.Diablo'ya feda olsun.Bu arayı nasıl olsa kapatırız,acelesi yok.
Bir sözüm de sana var Blizzard.Yine yaktın beni ulan!
Biyografi ve müzik severler için sağlam bir film seçtim
bugün:La Môme.Diğer bir adıyla "La Vie En Rose".Bir döneme damgasını vurmuş,tarihin en iyi seslerinden biri olan
Fransız şarkıcı Edith Piaf’ın zorluklarla geçen hayatında ne varsa 140 dakika
boyunca gözlerimizin önüne seriliyor bu filmde.Bir yıldız sıfırdan doğuyor ve
devleşiyor ancak bu hiç de kolay olmuyor.2 Oscar sahibi,çarpıcı bir film olan
La Môme,Fransa’nın “minik serçesi” Edith Piaf’ın tüm bilinen ve
bilinmeyenlerini ortaya dökerken sanatçıya duyduğumuz saygının da katlanmasını
sağlıyor.
Edith Piaf.Fransızcayı sevdiren büyük kadın.Belki onu
tanımadığınızı sanıyorsunuz ama aslında bir çok kez sesini duydunuz.Şarkılarını
dinlediniz.Aşkı ezgilere belki de en iyi döken kişi oydu.Paris’in romantizm
kokan sokaklarından kopup gelmesi onu şarkı söyleme sanatında öne çıkaran en
büyük nedendi.Sahnede bir başka büyüyordu.48 yıl süren kısacık hayatına
yaşanabilecek her şeyi sığdırdı.Aşkı tattı,ama kaybetti.Hastalandı,sakat
kaldı.Azmetti,en iyisi oldu.Zirveyi de gördü,yerin dibini de.Kısacası dolu dolu
yaşadı hayatını.
Gerçekten zor bir hayatı oldu Edith Piaf’ın.Çok küçük yaşta
annesi tarafından terk edilmesi ve babası tarafından bir geneleve
bırakılması,hayallerinin hiç var olmamasına neden olmuştu.Oradan oraya
savrulmuş,sevgi denen şeyi sadece bir kaç fahişeden öğrenebilmiş küçücük bir
kızdı sadece.Büyüdükçe sokaklarda şarkı söylemeye başlaması ve keşfedilip
dünyaca ünlü bir şarkıcı olması hiç kolay olmadı.Her yıldız gibi çoğu zaman
yalnızdı.Sadece bir adama aşık oldu,ona da tutkuyla bağlandı.Su gibi akan hayatı
onu sonradan tanıyan bizleri gerçekten etkileyecek nitelikteydi.Şimdi La Môme’a
baktığımda bu büyük yıldızın hayatını çok başarılı bir şekilde aktardığını
görüyorum.Ne eksik ne fazla,çok kıvamında bir anlatım tarzıyla onun hakkındaki
her şeyi içimize işletiyor desem çok doğru söylemiş olurum.
Filmden alınan keyfi bir kat daha artıran öğelerden biri
herhalde Paris’tir.1900’lerin ortasındaki dönemde bir başka olan bu aşk
şehri,Edith Piaf ile adeta bütünleşiyor ve muhteşem bir harmoni
yakalıyor.Sokakları,barları,şarkıcıları,gecesi,gündüzü ne varsa her şeyiyle
kucaklıyor,sarmalıyor izleyiciyi.Filmi izlerken “bu kadın başka bir şehirde
yaşamamalıymış zaten” demekten kendimi alamadım.Paris sokaklarında,tutkulu
aşkını tam bir Fransız gibi yaşarken başka bir şey düşünemezdim bu kadın
hakkında.Fransa ve Fransızca’yı da bu filmle sevdim hatta doydum.Büyüleyici
Piaf şarkıları onun kadife sesinden dökülürken,o güzel Fransız ”r”lerinin
tadını çıkardım.
Şimdi filmin en güzel yanına gelelim.Peki ne mi o? Tabi ki
Marion Cotillard.Bu kadına hayranlığım zaten had safhada,ne zaman görsem
eriyorum.Aşk ona çok yakışıyor hatta aşkın tanımı gibi.O duru güzelliği yok
mu,içe işliyor.Her yanıyla insani bir hayat hikayesinin anlatıldığı La Môme’da
Edith Piaf rolünde yer alması çok doğru bir seçim olmuş doğal olarak.Tam bir
Fransız kadını zaten,bu rol için biçilmiş kaftan.Hayatı boyunca gel gitler
içinde kalmış Edith Piaf’ın dilinden çok iyi anlamış ve bunu çok güzel
yansıtmış tüm izleyicilere.Aşksa aşk,tutkuysa tutku,acıysa acı.Hepsini ustaca
oynamamış,“yaşamış”.Bu üstün başarıyı gören Akademi,o sene Oscar
heykelciklerini dağıtırken “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü de haklı olarak ona
verdi.Bu filmin başarısındaki en büyük etken kesinlikle Marion Cotillard’dır.
Paris,büyüleyici bir ses ve zorlu bir hayat hikayesi.Bu
filmi izlemek için çok sebebiniz var bence.Özellikle “iyi bir biyografi filmi
yok mu?” diyenler için 12’den vurulan bir hedef La Môme.140 dakikası da dolu
dolu geçen bir macera var elinizde.İyi değerlendirin.Edith Piaf’ı bir kez daha
saygıyla anın.
Kara Şövalye Batman,2009 yılında Batman : Arkham Asylum ile
oyun dünyasına hızlı ve etkileyici bir giriş yapmıştı.Kısa sürede büyük bir
oyuncu kitlesi toplamayı başaran oyun,bu senenin başında uzun süredir beklenen
yeni macerasıyla geri döndü.İşte karşınızda o,Batman : Arkham City.
Muhteşem bir oyundu Batman : Arkham
Asylum.Senaryosu,atmosferi,grafikleri,dövüş mekaniği kısacası her şeyiyle çok
emek verilmiş,başarılı bir işti.Çoğu bünye için aranan kandı.Batman’in
yakaladığı suçluların ikamet yeri olan Arkham Asylum’da Joker tarafından
başlatılan bir isyanı bastırmaya çalıştığımız oyunda bir çok villaine karşı
mücadele vermiştik.Kah kafa göz dalarak,kah sessiz ve sinsice,kimseye fark
ettirmeden bitirmiştik düşmanlarımızın işini.Süper dövüş komboloları,güzel
bulmacaları sayesinde kendisine bağlanmış ve oynamayı bırakamamıştık.Oyunun
sonunda Joker’i alt edip Asylum’daki düzeni sağlamayı da başarmıştık ancak her
şey bitmemişti.Batman’in suçlularla mücadelesi asla bitmezdi.
Macera Arkham City ile kaldığı yerden devam ediyor
şimdi.Yeni oyunun konusuyla başlayalım incelemeye.Arkham Asylum’un eski
yöneticisi Quincy Sharp,Batman’in Asylum’daki başarısından sonra halkın
desteğini alıp Gotham Belediye Başkanı olur.Mevki değişikliğinden sonraki ilk
icraatı ise Blackgate Hapishanesi’ndeki suçlular ile Arkham Asylum’daki
“Batmanzede”leri tek bir yerde birleştirmek olur.Bu iki yeri kapatan
Sharp,Gotham’ın ortasına Arkham City’i kurup tüm suçluları bu üstü açık şehir
hapishanesine yerleştirir.Bölgenin yönetimini de dahi bir psikiyatrist olan
Hugo Strange’e verir.Bu hareketi çok pahalıya mal olacaktır çünkü
Strange,Sharp’ı sürekli maniple ederek onu da kontrolü altına alır.Bölgeyi
tamamen ele geçiren Strange,Bruce Wayne’i kaçırarak onu bir suçlu gibi Arkham
City’e yerleştirir.Strange’in elinden kurtulan Wayne,Batman kimliğine bürünerek
ona savaş açar.Bu bölgeyi Hugo Strange’in elinden kurtarmalıdır.
Batman’in tek sorunu Hugo Strange değildir elbette.İlk
oyundan sağ kurtulan Joker,Titan maddesini kanına karıştırır ancak bu madde
kendisini zehirler.Eğer Titan’ın panzehirini bulamazsa yavaş yavaş
ölecektir.Bundan kurtulmak için zekice bir plan yaparak hastalığı Batman’e de
bulaştırır.Tuzağa düşen Batman,şimdi hem kendini hem de Joker’i kurtarmak için
bu hastalığa bir tedavi bulmak zorundadır.
Eğer ilk oyunu oynayanlar varsa Arkham City’de hiç
yabancılık çekmeyecekler.Kontroller ve oynanış Arkham Asylum’un aynısı,bir
değişiklik yok bu anlamda.Bunun üzerine yenilkler eklenmiş tabi.Dövüşlerde
yapabileceğimiz yeni kombolar,kullanabileceğimiz yeni alet ve edevatlar
mevcut.Batman artık rakiplerini daha acımasızca dövebiliyor,yeni araçlarla daha
farklı çözümler bulabiliyor.Geniş bir seçenek sunulması nedeniyle oyun daha bir
keyifli hal alıyor.
Oyundaki en büyük yeniliklerden biri ise sadece Batman’i
oynamıyor olmamız.Artık yeri geldiğinde Catwoman karakterini de kontrol
edebiliyoruz.Doğrusunu söylemek gerekirse farklı dövüş komboları ve kendine
özgü aletlere sahip Catwoman’a hayran kalacaksınız.Dövüş sahnelerindeki hızı ve
seriliği ile hareket halindeki çevikliği (duvarlara tırmanma,uçma,kaçma vs.)
muhteşem olmuş.Bir kez Catwoman’ı kontrol ettiniz mi Batman’in ne kadar hantal
kaldığını görüyorsunuz.Bu anlamda Catwoman’ı oynamak aşırı derecede zevk
veriyor.Kötü olan ise bu karakteri çok az kullanabiliyor olmamız.Keşke oyun
içerisinde biraz daha fazla yer alabilseydi.Onun dışında Robin birkaç kez
görünüyor ancak onu kontrol edemiyoruz.Oyuna sonradan yüklenen DLC’ler ile
Robin’i oynayabileceğiniz bölümler mevcut.
Arkham Asylum’un en zevkli yanlarından birisi,sessiz ve
sinsi bir şekilde düşmanlarımızın işini bitirebilmemizdi.Bu tarz aynen devam
ediyor.Yine gölgelerde saklanarak,heykellerden uçarak,çıt çıkarmadan
ilerleyerek rakipleri alt ediyoruz.Ayrıca ilk oyunda sık sık başvurduğumuz
dedektiflik özelliğimizde de bir değişiklik yok.Dedektif moduna geçerek ortama
daha kolay hakim oluyor ve normal şartlarda gözümüzden kolayca kaçabilecek
detayları net bir şekilde fark edebiliyoruz.”Dünyanın En Büyük Dedektifi”
unvanını bir kez daha hak ediyor Batman.
İlk oyunda etraftan sürekli topladığımız “Riddler Trophy”ler
Arkham City’de de mevcut.Yine bulmacaları çözerek trophylere sahip
oluyoruz.Ancak buradaki farklılık,Batman ve Catwoman’ın farklı trophyleri
toplayabiliyor olması.Batman yeşilleri sırtlarken,Catwoman’ın trophy rengi
kırmızı.Karakterler birbirlerininkine sahip olamıyorlar.
Batman ve Catwoman seviye atladığı zaman bazı kilitli
özellikleri açabiliyor ve bunlara puan vererek daha da güçlenebiliyor.Yeni
dövüş komboları,zırhımızın güçlendirilmesi gibi ofansif ve defansif
özelliklerin yanında kullandığımız aletleri de geliştirip yenilerine sahip olma
şansımız var.Bu özellikler sayesinde oyun içerisinde yapabileceklerimiz de
artıyor doğal olarak.Özelliklerin çoğu açıldığı için oyunun sonlarına doğru
Arkham City’den aldığımız keyif en tepeye çıkıyor.
Arkham City’de yığınla yan görev olduğunu söyleyelim.Normal
senaryoda ilerlerken bu yan görevlere de ara bir takılıyoruz.Görevler sizden
yardım isteyen masum bir insandan gelebileceği gibi can düşmanlarınızla iş
birliği yapmanızı da gerektirebiliyor.Eğer bu yan görevleri yapmadan sadece ana
senaryoyu bitirirseniz hem oyunu tamamlama yüzdeniz çok düşük kalacak,hem de
bir çok güzel yanı kaçırmış olacaksınız.Yan görevlerin hepsini yapmanızı
öneririm.
Oyunda sürekli karşımıza çıkıp bizden bir araba dayak yiyen
rakiplere de yeni özellikler gelmiş,artık biraz daha akıllıca ve etkili
savaşabiliyorlar.Termal kameralar ile heykelleri incelemek ve yerlere mayın
döşemek bunlardan bir kaçı.Ancak bunlar Kara Şövalye’yi durdurabiliyor mu ?
Tabi ki hayır :)
Sürekli baş karakterleri ve onların patakladığı emir
kullarını anlatıp da oyunun en önemli taraflarından biri olan “Villain”larden
bahsetmemek olmaz.Batman bu oyunda da bir dolu baş düşmanıyla mücadele etmek
zorunda.Oyunun merkezindeki Joker ve Hugo Strange’in yanında Mr.Freeze,Two
Face,Harley Quinn,Poison Ivy,Penguin,Bane,Ra’s Al Ghul,Talia Al Ghul,Mr.
Zsasz,Solomon Grundy,Deadshot ve daha bir çok villain Kara Şövalye’yi
engellemeye çalışıyor.Bu düşman bolluğu eğlenceyi arttırdıkça artırmış,çok
keyifli olmuş diyebilirim.
Oyunun teknik özelliklerine bakalım biraz da.Bu konuda
söylenecek fazla bir şey yok.Atmosfer,karakter
animasyonları,diyaloglar,grafikler (özellikle karakterlerin dokuları son derece
başarılı) kısacası her şey mükemmel.Sanki bir Batman filmi izliyormuş gibi
oynuyoruz bu oyunu.Zaman akıp gidiyor onunlayken.Her anından keyif alıyorsunuz
ve hiç bitmesin istiyorsunuz.Bu konuda eleştirebileceğim tek nokta Arkham
City’nin ebatları.Biraz daha büyük bir şehir olsaydı kusursuz bir iş çıkmış
diyebilirdim.
Oyunun müziklerinden özellikle ayrı bir paragrafta bahsetmek
için yukarıda yazmadım.Onlar nasıl müzikler öyle,insanı mest ediyor.Sahneye
göre giren inanılmaz melodiler sizi alıp başka diyarlara götürüveriyor.Sanki
bir oyun için değil bir filme yapılmışlar.Bu anlamda oyunu ayrıca kutlamak
lazım.Yazının en sonunda,aşağıya koyduğum oyunun ana tema müziğini kesinlikle
dinlemenizi öneriyorum.Gerçekten usta işi.Ayrıca yine en altta oyunun güzel bir trailerını izleyebilirsiniz.
Yazının sonuna geldiğimde şunu rahatlıkla
söyleyebiliyorum:Bu senenin şu ana kadarki en başarılı oyunu Batman : Arkham
City’dir.Baştan sona her şeyiyle çok çarpıcı.Rocksteady Studios ve Warner Bros.
işbirliğini tebrik ediyoruz.Arkham Asylum’dan sonra Arkham City’nin de altından
başarıyla kalkmışlar.Kendisini bitireli 3 ay oldu ama şimdiden serinin devam oyununu merakla beklemeye
başladım.Yeni oyunun adının Batman : Gotham City olacağını
düşünüyorum.Bakalım,birlikte neler olacağını göreceğiz.Oyun severler kaçırmasın
Arkham City’i diyor ve yazıya son veriyorum.
Ömrümü eskittiğim koridorlardayım.Kaç defa yürüdüm
buralardan ? Kaç defa duydum banyo duvarındaki rutubet kokusunu ?
Hatırlamıyorum hiç.Bir ayna vardı burada.Bir zamanlar.Bir zamanlar hayatımın
kadının kendisini süzdüğü,büyüleyici derinlikteki masmavi gözlerini
buluşturduğu bir ayna.Kusursuz var oluşunu her seyredişinde işte burada ben,tam
bu aynanın önünde,sarılırdım dünyaları verseler değişmeyeceğim o
mucizeye.Beraber bakardık kendimize,gençliğimize.Şimdi aynı yerde duruyorum.Var
olan her şeyim kaybolmuş bir çerçevenin içinde.Yılların hüküm sürdüğü,yorgun ve
buruşuk yüzümde.
Yürümüşüm farkında olmadan,düşlerken bir şeyleri.Anacığımın
yemek kokularıyla mest olduğum o kocaman mutfağın tam kapısına
varmışım.Hayatının her anında telaşlı,koştur koştur olan bir kadının mabediydi
burası zamanında.”Önce evladım” derdi sofraya her tabak koyuşunda.Sıcacık
mercimek çorbasıyla dolmuş o pirinç tası ilk bana verirdi.Daha vermeden alırdım
ben gerçi,dayanamazdım.Şefkatin lügatteki karşılığı oydu bu yerinde duramayan
velet için.Her yemek sonrası cebinden çıkarıp bana verdiği şekerleme,gözlerinin
içinin gülmesine yetse de bana hiçbir zaman yetmezdi işte.Anne birazcık daha
var mı ? Anne hak ettim mi bahçede oynamayı ? Anne beni seviyor musun? Anne?
Anne? ...Anacığım benim...
Şimdi verandadayım,güneşin altındayım.Nasıl geldim
bilmiyorum ama buradayım işte,adımımı attım.Gıcırdayan ahşaba basa basa
ilerliyorum üzerinde.Kadınımın sallanır koltuğunun durduğu o masum köşeye
doğru.Dünyalar güzeli iki kızımızın bahçedeki hallerini izlediğimiz yere.Ne
güzel oynarlardı öyle.Bıcır bıcır,hiç bir şey düşünmeden.Onlar hayatlarının
tadını çıkarır,biz bu verandada aşkımızı yaşardık.Gözlerimiz
gözlerimize,ellerimiz ellerimize kitlenirdi.Şimdi baktığımda iskeleti andıran elimin,bastonuma
kitlendiği gibi.
Çöküverdim bir anda köşedeki sandalyeye,düştüm.Yıkılmışçasına,farkına varırken
bir şeylerin.Bir zamanlar sahip olduğum her şey,hayallerden bir oyun oynuyordu
şimdi.Başrolünde ben ve hiçliğin yer aldığı bir oyun.Hatalarım,pişmanlıklarım,hayal
kırıklıklarım bile beni terk etmişti.Zamanında değerini bilemediğim ne varsa,bu
oyunu yazmıştı giderken.O an anladım ki ben,yalnızlığı seçmiştim.Ben sebep
olmuştum bu uğursuzluğa.Ben dağıtmıştım ailemi.Ben yok etmiştim
aşkımı.Ben.Hep ben...Ne emektar ana mutfağında,ne aşkımın verandasında,ne de o
aynanın karşısında şimdi kimsecikler yoktu.Tel tel dökülen bedenimle
ben,yapayalnızdım artık.
Bir dönem hayatımıza damga vuran dizilerdi onlar.Lise
yıllarındaki genç arkadaş gruplarının yaşadıkları maceraları keyifle
izlerdik.Sevinçlerine,üzüntülerine;aşklarına,ayrılıklarına tanık
olurduk.Onlarla biz de büyürdük.Önce üniversiteye,ardından iş hayatına beraber
adım atardık.Belki kendimizi görürdük onlarda.Belki de bu yüzden severdik bu
dizileri,bizden oldukları için.
Madem konuyu açtık,o zaman şu dizilerden bazılarına bir
bakalım.Neleri seyrettik;kimlerle gülüp,kimlerle ağladık.
Dawson's Creek (1998 - 2003)
Benim için gençlik dizileri furyasının başlangıcı Dawson’s
Creek’tir.Yayınlandığı dönemde gerçekten çok sevilmişti.Küçük bir sahil
kasabasındaki 4 arkadaşın gerçek ve sıcak dostluğunu ekrana yansıtıyor,bir
çok genci kendisine bağlıyordu.Dawson’u,Joey’i,Pacey’si,Jen’iyle kısa sürede
fenomene dönüştü.Şimdilerde büyük projelerde gördüğümüz Katie Holmes,Joshua
Jackson ve Michelle Williams’ı meşhur etmesi de ayrı bir özelliğiydi bu
dizinin.6 sezon süren Dawson’s Creek,hatırlandıkça hala hüzünlendirir.
The
O. C. (2003 - 2007)
Sadece gençlik dizisi olarak değil genel olarak çok ama çok
başarılı bir diziydi The O.C..Özellikle beni fanatiği yapmıştı zamanında.İlgi
çekici konusu,sürükleyici hikayesiyle değişik bir soluktu bu tür diziler
için.California’nın kenar mahallelerinde yetişmiş serseri bir genç olan Ryan
Atwood’un,varlıklı bir avukat tarafından evlat edinilmesi ve Orange County adı
verilen,zenginlerin yaşadığı sahil kesimine taşınmasıyla başlayan bir macera
izliyorduk.Evin çocuğu ezik Seth Cohen,büyüleyici güzellikteki sorunlu
kız Marissa Cooper ve yerinde duramayan Summer Roberts kısa sürede inanılmaz
sevildi gençler arasında.Tükiye’de yayınlandığı cuma günleri saat 21:00’de her
şey durur,The O.C. izlenirdi.İnsanlar bu gençler gibi giyinmeye başladı
sokaklarda.California’nın ısıtan güneşinin ısısı tüm dünyaya yayılmıştı.Zamanla
önemli oyuncularını kaybedince ilgi azaldı ve daha fazla uzatmadan noktayı
koydu yapımcılar.4 sezon süren güzel bir hikayeydi.Arada bir “California,here
we come” demeden edemem.
One
Tree Hill (2003 - 2012)
Geldik favorime.Ben hakikaten bu diziyle geçirdim koskoca
bir 9 seneyi.Bu kadar sıcak hissettiğim,eğlendiğim,hüzünlendiğim çok az dizi
olmuştur.Yıllar önce ilk bölümünün fragmanını gördüğümde”işte bunu istiyordum”
dediğimi hatırlıyorum.Babaları ortak,anneleri farklı iki kardeşin basketbol
rekabeti ve bu yoldaki savaşı etrafında dönüyordu dizi.Birbirlerine duydukları
nefret,yerini zamanla gerçek kardeşlik duygusuna bırakıyor,biz de bu süre içerisinde
çok eğlenceli vakit geçiriyorduk.Sahip olduğu karakterleri ile çok fazla ön
plana çıkıyordu One Tree Hill.Bir dönem kızların ölüp bittiği Chad Michael
Murray,iyi huylu kardeş olan Lucas Scott rolündeydi.Üvey kardeşi Nathan Scott
ise hırslı ve zalimdi.Önce Nathan’ın sevgilisiyken Lucas’a aşık olan Peyton
Sawyer ve yine Lucas’a gönlünü kaptırıp en iyi arkadaşı Peyton ile Lucas
arasında kalan Brooke Davis izlenmeye değerdi.Nathan’ın Haley James’i
kapması,Lucas’ın iki kadın arasında kalması ve nefret edilen baba Dan Scott’ın
durmadan entrika çevirmesi bu dizinin en önemli yanlarıydı.Altıncı sezondan
sonra başroldeki aşıklar Lucas Scott ile Peyton Sawyer diziden ayrılarak bir
çok sevenini şoke etti,ancak dizi ayakta durmayı başardı.Tam 9 sezon süren bu soluksuz
macera bu sene sona erdi.İçinde kullanılan şahane şarkıları,zekice yazılmış
diyalogları,sımsıcak karakterleri ve büyük aşklarıyla çok sevdik biz One Tree
Hill’i.Bir daha ona benzer bir gençlik dizisinin geleceğini
sanmıyorum.Kendisini çok özleyeceğiz.
Gossip
Girl (2007 - ?)
Bahsettiğim üç diziye nazaran daha farklı bir yapım Gossip
Girl.Diğerlerinin konseptine pek benzemiyor.Liseye giden ancak büyümüş de
küçülmüş bir grup gencin,sürekli entrikalar çevirdiği ve birbirinin kuyusunu
kazdığı bir dünya var ortada.New York’un zengin ve fakir kesimi sürekli karşı
karşıya geliyor ve her defasında bir çatışma yaşanıyor aralarında.Aşklar aşk
değil,kısa sürüp yok oluyor.En büyük güce sahip olma hırsı zengin gençler
arasında yoğunken, az gelirli kesimdekiler de bir şekilde lüks hayatın hayalini
kuruyor ve buna erişmek için başkalarının sırtına basmaktan
çekinmiyorlar.Görüldüğü üzere diğer gençlik dizilerine oranla daha bir yetişkin
işi gibi.Oyuncuları değiştirip yerlerine yetişkin insanlar koysanız Dallas’a
dönecek işler.Küçük yaşta şirket patronu olan Chuck Bass,paparazzi mıknatısı
Serena van der Woodsen,tüm entrikaların kraliçesi Queen B. Blair Waldorf, beyaz
atlı prens Nate Archibald,yalnız çocuk Dan Humphrey ve sorunlu kız kardeşi
Jenny Humphrey dizinin öne çıkan karakterleri.Saydıklarım arasında tek bitmeyen
dizi ve 5. sezonu henüz devam ediyor.Dünyada bir çok seveni olan bu dizi de
ileride hatırlanacak işlerden.
Ya işte böyle.Bizim gençliğimiz de bu dizilerle birlikte
geçti,gitti.Arada bir eski günlerime dönmek istediğimde açar izlerim
kendilerini,bünyeye iyi geliyor.PisPapaz şimdilik kaçar.Bir başka gençlik
dizisinde görüşmek dileğiyle güzel kalın.
Biraz sinema,biraz müzik,biraz edebiyat,biraz da hayatsever..İyi bir kalem,yeni pazarlamacı,fantastik edebiyat delisi,eğlence aşığı,hasta Fenerli...Vi Veri Veniversum Vivus Vici