30 Nisan 2012 Pazartesi

SİNEMADA İZLEDİĞİM FİLMLER – NİSAN 2012


Bu ay sinema açısından yavan geçen bir ay oldu.Çok ilgimi çeken filmler yoktu açıkçası.Elde olan bir kaç yapımla idare ettim.3 film + Titanic 3D’yi izleme şansı buldum.Titanic’i anlatmaya gerek olmadığından diğer 3 filmi yazıyorum.



American Reunion – Amerikan Pastası Buluşma : Çocukluğumun ve gençliğimin efsane komedi filmi serisiydi Amerikan Pastası.O güzel zamanların simgesiydi benim için.1999 yılında ilk filmi vizyona girdiğinde ergenliğimizin başlarında olan bizler,bu filmi çok sevmiş ve izlerken çok eğlenmiştik.Daha sonra ikincisi,onun ardından da üçüncü film olan American Wedding gelmişti.Hepsi birbirinden komik ve eğlenceliydi.Her şeyden önce karakterlerin hepsini çok benimsemiştik.Bizden biri gibi olmuşlardı.Belki de üzerimizdeki etkisinin en önemli nedeni buydu.Üçüncü filmden 9 sene sonra dördüncü filmle karşılaşınca eski bir dostu görmüş gibi sevindim,hemen sinema salonunda yerimi aldım.Bizim kafadarların yine o parti senin bu parti benim gezip,bizi güldürmesini izlemiş oldum.Aslında pek anlatmaya gerek yok bu filmi.Diğerleri kadar güzel olmasa da,o havayı artık veremese de -ki bunda yaşımızın ilerlemiş olmasının da etkisi vardır muhakkak- önemli olan bu değil.Burada mühim olan,ailemizden biri gibi olmuş bu karakterleri onca sene sonra tekrar görebilmek,o samimiyeti hissedebilmekti.Ben bunu sonuna kadar hissettim.Eğer benim gibi bu seriyle büyüyenler varsa ne yapıp edip izlesinler,sırf eski günleri yad etmek adına.Hiç izlememiş olanlar varsa onlara da buradan teessüf ediyorum.Seviyoruz seni Amerikan Pastası.







Chronicle – Doğaüstü : Fragmanından etkilenerek gittim bu filme.Öncelikle çok ilginç bir çalışma olduğunu söyleyelim.Yenilik arayanlar için ideal.Konusu ise şöyle:Liseye giden üç arkadaş,gece vakti ormanın içinde koca bir delik buluyor.Merak ederek içine giriyorlar.Yerin altına inen gençler burada renkli ve ilginç kristalimsi bir madde ile karşılaşıyorlar.Bu maddeyle bir şekilde iletişime geçiyor ve belli bir süre sonra kimsenin hayal bile edemeyeceği doğaüstü yeteneklere kavuşuyorlar.Maddeleri istedikleri gibi hareket ettirmekten,uçmaya kadar bir çok şeyi mümkün kılabiliyor bu telekinetik güçler.Başta bu güçleri eğlence amaçlı kullanırlarken,zor bir hayat geçiren Andrew kendi kontrolünü kaybederek çevresine zarar vermeye başlıyor ve olaylar gelişiyor.Film başlarda gerçekten çok sürükleyici ilerliyor.Güçleri kullanmayı öğrendikleri bu bölümler izleyiciyi sarıyor.Bir kaç sahnede hakikaten katılarak güldüğüm de oldu.Böyle güçler gerçekten var olsa nasıl bir dünyada yaşardık diye düşününce film daha eğlenceli bir hal alıyor.Ancak zaman ilerledikçe güçleri öyle bir abartıyorlar ki filmin o güzel havası bozuluyor.Bulutlara kadar yükselip uçmalar,binaları patlatmalar,otoyolları ve arabaları uçurmalar derken iş çığırından çıkıyor.Az da olsa tadı kaçıyor filmin açıkçası.Başroldeki Andrew karakteri itilip kakılan bir çocukken,güçleri sayesinde lisedekiler arasında çok popüler oluyor.From zero to hero hesabı.Sonradan kafayı kırıp şehri cehennem yerine çeviriyor tabi.Ben filmi izlerken hep Star Wars’u geçirdim kafamdan.Gençlerin sahip olduğu telekinetik güçler,Jedi’ların kullandıkları force gücüne benziyor.Ayrıca Andrew’un başta iyi bir çocukken sonradan güçlerini kötüye kullanması,Anakin Skywalker’ın Dark Side’a geçip Darth Vader’a dönüşmesine benziyor.Çocuk sarışın zaten,tam cuk oturmuş oluyor bu benzetme.Filmle ilgili söylenmesi gereken diğer bir şey ise çekim tarzı.Baştan sona el kamerasıyla çekilmiş havası veriliyor.Aynı Paranormal Activity,Rec ve Cloverfield’da olduğu gibi.Hatta filmi izlerken acaba yönetmen Cloverfield’ınki mi diye düşünmedim değil.Ancak alakası yokmuş o yönetmenle.Sonuç olarak bu filme gitme nedeniniz sadece ve sadece eğlenmek olmalı.Film ikinci yarısıyla karanlık bir havaya bürünmesine rağmen eğlendirip iyi zaman geçirtmek için yapılmış çünkü.Derin bir hikaye,iyi bir senaryo bekliyorsanız yanlış yerdesiniz.







The Raven – Kuzgun : Uzun süredir bu filmi bekliyordum açıkçası.Ayın son haftası gelebildi nihayet.Edgar Allan Poe’yu illa ki duymuşsunuzdur.Kendisi 1800’lerde yaşamış olan ve Amerikan gotik edebiyatının (aslında direk Amerikan edebiyatının) kurucusu olarak kabul edilen yazardır.Dahice yazılmış şiirleri ve korku hikayeleri vardır.Tasvir yeteneği ve dili kullanma kabiliyeti dudak uçuklatacak derecede iyi bir edebiyat adamıdır.İşte bu eşsiz adamın unutulmaz şiirlerinden birinin adıdır The Raven.Yapım da bu şiirden esinlenerek hayata geçirilmiş.Filmin hikayesinin merkezinde Poe’nun kendisi var.Alkol belası içinde kaybolmuş,züğürt bir adama dönüştüğü yıllarda bir katilin,onun hikayelerinden esinlenerek seri cinayetler işlemesi etrafında şekilleniyor senaryo.Başta polis,Poe’nun kendisinden şüphelense de daha sonra onun katilin yakalanmasındaki kilit adam olduğunu kabulleniyor.Her cinayet onları başka bir ipucuna yönlendiriyor film boyunca.Onlar da katilin gizemini çözmeye çalışıyorlar.Yapımın iyi yönlerinden biri atmosferi.1800’lü yıllarda geçen karanlık hikayeleri hep sevmişimdir.Korku ve kasvetin hakim olduğu dünyalar ilgimi çekiyor.Filmde bu hava başarılı şekilde verilmiş.Mekanlar ve karakterler atmosfer ile harika bir uyum göstermişler.Hikaye kurgusunda da problem yok.Ama böyle bir filmde eksik olan çok önemli bir şey var:Heyecan.Ben film boyunca o heyecanı bir türlü hissedemedim.Tam patlayacakmış gibi durup sönüveriyor zaman zaman.Hep o patlama anını bekliyorsunuz ama gerçekleşmiyor,aynı havada devam ediyor.Bunda John Cusack’ın da payı olduğunu düşünüyorum.Poe rolünü oynayan Cusack’a hiçbir zaman tam olarak ısınamamışımdır.Hep 2. sınıf filmlerin yıldızı olarak kaldı bu zamana kadar.O da film gibi patlayamayanlardan.Bu heyecansızlık ve Cusack faktörü,başarılı bulduğum hikaye-atmosfer ikilisini eksik bırakmış kısaca.Yazının sonuna gelirken filmde ciddi anlamda kanlı sahneler olduğunu belirteyim.Eğer gerilim hikayelerini seviyorsanız izlemenizi tavsiye ederim.Edgar Allan Poe’nun anısı için bile izlemeye değer.

26 Nisan 2012 Perşembe

CHANGELING


Türkçe adı: Sahtekar
Yapım: ABD
Gösterime girdiği sene: 2008
Türkiye’de gösterime girdiği sene: 2009
Tür: Dram,Gizem,Gerilim
Yönetmen: Clint Eastwood
Senaryo: J. Michael Straczynski
Oyuncular: Angelina Jolie,John Malkovich,Jeffrey Donovan,Michael Kelly
Süre: 141 dk.
IMDB puanı: 7.9/10
IMDB Top 250 sırası: Yok
Metacritic puanı: 63/100
Rotten Tomatoes puanı: 62/100
Beyaz Perde puanı: 4/5
Divx Planet puanı: 7.7/10
Benim puanım: 8.2/10


Clint Eastwood’un yönetmen koltuğunda oturduğu,soluksuz izlenen bir dram filmini tanıtacağım sizlere bugün.1920’lerin sonlarında Los Angeles’da  yaşanan ve etkilenmemenin mümkün olmadığı gerçek bir hikayenin beyaz perdeye yansıması Changeling.Ortadan kaybolan oğlunun peşini tüm olumsuzluklara rağmen bırakmayan bir annenin öyküsü.

Yıl 1928,yer Los Angeles.Disiplinli ve düzenli bir telefon operatörü olan Christine (Angelina Jolie),hem çalışmak hem de babasız büyüyen oğluna bakmak zorunda olan bir annedir.İşten kalan tüm zamanını oğlu Walter’a ayırmaktadır.Onun mutlu olması ve iyi yetişmesi için elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışır her zaman.Walter,Christine için her şey demektir.

İzinli olmasına rağmen mesai yapmak zorunda kaldığı günlerden birinde iş çıkışı eve dönen Christine,oğlunun evde olmadığını fark eder.Tüm mahalleyi araştırır ancak onu bulamaz.Polisin günlerce yaptığı araştırmalardan da bir sonuç elde edilemez.Christine’ın ayakta zor durduğu,buhran dolu günler başlar.



Umutsuzluk iyice baş göstermişken Los Angeles polisi,Walter’ı bulduğu iddiasıyla Christine’ın kapısını çalar.Basın da davet edilerek anne ve oğlunun buluşması tüm Amerikan halkına duyurulacaktır.Ancak oğlan ve anne yüzleştiğinde beklenmedik bir şey olur.Bulunan çocuk Walter değildir.Christine bunu dile getirmiş olsa da polis türlü bahanelerle çocuğun Walter olduğunu iddia ederek davayı kapatır.Bu olaydan sonra Christine azimle dolu bir mücadeleye başlar.Önü her türlü engelle kesilmesine rağmen oğlunu bulacak ve polisin çok büyük bir hata yaptığını kanıtlayacaktır.

Los Angeles Polis Departmanı’nda o yıllar çok büyük çözülmeler yaşanıyordu.Çeteler polisin içine girmişti.Bunu düzeltmek için gelenler de kanlı baskınlar yaparak çetelere göz dağı vermiş ve departmanın adını kirletmişlerdi.Yolsuzluk ve ahlaksızlık adalet sağlayıcılara da bulaşmıştı.Yapılan hatalar ört bas ediliyor,sesini yükseltenlerin sesleri bastırılıyordu.Christine’ın yaşadıkları da bunlardan farklı değil filmde.Departmanın Walter olayında hatalı olduğunu dile getirdiği her an,polisin bir başka kirli yüzüyle karşılaşıyor ve başına gelmeyen kalmıyor.

Yaşanan hikayenin gerçek olması ve bir annenin ne kadar azimle savaşabileceğini bize göstermesi açısından çok önemli bir film Changeling.Christine’in,önündeki engel ne olursa olsun,oğlu için her türlü zorluğa göğüs gererek görülmemiş bir mücadele örneği göstermesi sizi de derinden etkiliyor izlerken.Uzun bir film olmasına rağmen göz kırpmadan seyredildiği için zamanın nasıl geçtiği anlaşılmıyor.İçimizin burkulduğu,canımızın yandığı bir çok şey yakalıyoruz.


Angelina Jolie bu filmde en etkileyici oyunculuklarından birini çıkarmış.Böyle içe işleyen bir hikayedeki ağır sahnelerde adeta devleşmiş.Sürekli acı çeken bir kadının ruh halini ve tavırlarını çok çarpıcı bir şekilde yansıtmış.Her şeyden öte gerçek bir anne olabilmiş.Onu izlerken etkilenmemek,acı çekmemek pek mümkün değil.Gerçek potansiyelini belki de en iyi gösterebildiği Changeling’deki bu performansı ona Oscar Ödül Töreni’nde En İyi Kadın Oyuncu adaylığını getirdi.Ancak bu ödülü The Reader filminde başarılı bir iş çıkarmış olan Kate Winslet’e kaptırdı.Winslet muhteşem bir aktris olsa da bu sefer ödül Jolie’nin hakkıydı,olmadı.Biz yine de gönlümüzdeki Oscar’ı Jolie’ye verdik diyelim.

Changeling,gerçekten izlenmesi gereken usta işi bir dram.Başarılı uyarlanışı,derin işlenişi,insana hissettirdiği duygular ve Angelina Jolie’nin çıkardığı harika iş bunun net bir kanıtı.Bir anne yüreğinin nelere göğüs gerebildiğine,hangi zorluklarda ayakta durabildiğine tanık olmak istiyorsanız aradığınızı bu filmde bulacaksınız.Bir sonraki filmde görüşmek dileğiyle şimdilik hoşça kalın.

23 Nisan 2012 Pazartesi

CEHENNEM’E DÖNÜYORUZ : DIABLO 3



Dile kolay,tam 12 sene oldu.Yolunu gözlemekten helak olduk.Gelmez dendi bekledik.Çıkacak ama çok var dendi yine bekledik.Ve en sonunda halimize acıdılar herhalde ki bu bekleyişe son verdiler.Blizzard’ın efsane Hack’n Slash-RPG oyunu Diablo,üçüncüsüyle 15 Mayıs’ta piyasaya çıkıyor,bizim de hasretimiz diniyor.

Oyun oynamayan biri olsanız bile Diablo’yu mutlaka duymuşsunuzdur.1995 yılında piyasaya çıktığında yer yerinden oynamıştı.Sürükleyiciliği,karanlık atmosferi,bağımlılık yapan oyun tarzı ve sahip olduğu yüksek eğlence katsayısı ile kısa sürede tüm dünyada fenomene dönüşmüştü.Yerin onlarca kat altında yaşayan Terör’ün Lordu Diablo’yu hakkın rahmetine kavuşturduğumuz bu fenomenin popülaritesi bir oyununkinden çok daha fazlaydı.

5 sene sonra yani 2000 yılında serinin 2.oyunu piyasaya çıktı.İlkinin üzerine yığınla şey koyarak yenilikler ekleyen oyun,ona oranla çok daha fazla ses getirdi.Diablo terör estirmek için geri dönmüş ve bu sefer cehennemden kardeşlerini de yanında getirmişti.Çıkış tarihinden yıllarca sonra bile deli gibi oynanan bir oyun olmuştu Diablo 2.Hem single,hem online olarak vakit geçirildi onunla,gece ile gündüz birbirine karıştı.İkinci versiyon hiç bir oyunun ulaşamayacağı kadar yükseldi.Oldukça eskimiş olmasına rağmen hala oynanmaktadır.

Aradan geçen 12 senede hep bir haber bekledik yeni oyundan.Diablo üçüncü kez dönecek miydi,yoksa bu iş bitmiş miydi artık.Ha geldi,ha gelecek;çıkacak,çıkmayacak derken Blizzard bu tartışmaya son noktayı koydu.Diablo 3’ün 15 Mayıs’ta resmen piyasaya çıkacağı açıklandı.Hem de erteleme olmadan,söylenen tarihte.Bu,biz oyun severler için gerçekten muhteşem bir haberdi.




Her oyunda olduğu gibi Diablo 3’ün de beta versiyonu çıktı önce,beta key sahibi oyuncular efsanenin yeni versiyonunu denemeye başladılar.Hatta bu beta süreci artık bitmek üzere.Blizzard geçtiğimiz hafta sonunu Open Beta Weekend’e çevirerek herkese oyunu deneme şansı verdi.Test versiyon oynamayı sevmeyen biri olarak kendim bir deneyim yaşamadım.Ancak oyunu deneyenlerin görüşlerini inceleyebildim.Bu görüşlerde genel olarak göze çarpanlara bakalım biraz da.

Kimisi Diablo 2’nin karanlık atmosferinin aynen devam ettiğini söylerken,kimisi daha açık tondaki renklerin kullanıldığına değinmekte.Bu,oyun ilk duyurulduğundan beri en çok konuşulan ve merak edilen konuydu.Oyun içi videoları izleyen ben yer yer bu korkuya kapılsam da genel olarak karanlık atmosferin yakalandığını düşünüyorum.Bir Diablo oyuncusu için atmosfer en önemli noktalardan biridir ve bu konuda Blizzard elinden geleni yapmaya çalışmış gibi gözüküyor.Item açlığı hissinin aynen devam ettiği,buna bağlı olarak bağımlılık yapma özelliğinin değişmediği söylenenler arasında.Oyuna gelen yeniliklerden biri healing potion olmaması.Artık öldürülen yaratıkların üzerinden kırmızı toplar düşüyor ve bu toplar sağlığımızı yükseltiyor.Ayrıca ikincisinden daha kanlı bir oyun olacağı izlenimini verdi bana.

Diablo 3’te seçilebilecek karakter sınıfları ile ilgili görüşleri aktarırken bu sınıfları da tanıyalım.Oyunda 5 tane class dediğimiz seçilebilecek sınıf var:Barbarian,Witch Doctor,Monk,Wizard ve Demon Hunter.Barbarian ikinci oyundan da bildiğimiz ve pek bir değişikliğe uğramayan savaşçı sınıfı.En yüksek yakın dövüş gücüne bu sınıf sahip.En ağır zırhları ve her türlü silahı kullanabiliyor.Artık Barbarian sınıfı,özel yeteneklerini kullanırken “Fury” denilen ve daha önce manaya denk gelen bir kaynaktan yararlanacak.Witch Doctor,ikinci oyundaki Necromancer’a benzeyen bir sınıf.Yakın dövüş gücü düşük olduğundan curse ve karanlık büyülerde usta.Yanında savaşan yaratıkları ve crowd control dediğimiz çok sayıda düşmanı devre dışı bırakabilen yetenekleri var.Bir Necromancer olmasa da ilginç sınıflardan biri diyebiliriz.Betayı oynayanlardan bazıları Witch Doctor’u yerden yere vursa da,sevenlerin sayısı çok da az değil.Monk sınıfı yakın dövüşte ustalaşmış,bunun yanında iyileştirme ve saldırı büyüleri de kullanabilen bir savaşçı konumunda.Kendimi en yakın hissettiğim sınıf bu açıkçası.Blizzard oyundaki Paladin eksikliğini bu sınıfla kapatmaya çalışmış.Wizard bildiğimiz büyücü,ikinci oyundaki Sorceress.Elemental tabanlı büyülerde son derece güçlü ancak yakın dövüş gücü hiç yok.Geçen oyundaki versiyondan pek farklı değil gibi ancak eğlenceli olduğu söyleniyor.Demon Hunter ise oyuna en son eklenen ve merakla beklenen sınıftı.Yay ve mızrak gibi menzilli silahlarda usta olan bu sınıf en çok beğenilenler arasında.İlerleyen seviyelerdeki yeteneklerinin zayıflığından yakınan arkadaşlar,oynaması en zor sınıfın Demon Hunter olduğunu söylüyorlar.Bakalım,hepsini bekleyip göreceğiz.Bunların dışında artık sınıf seçerken cinsiyetimize de karar verebildiğimizi söyleyelim.Bu özellik sayesinde eski oyunlardaki çok büyük bir eksiklik giderilmiş oldu Diablo 3'te.




Sınıf konusunda bir eleştiri yapmadan geçmemek lazım.Diablo 3’te Paladin’in olmaması kabul edilemez.Oyundaki tüm düşmanlar undead ve demonken en çok olması gereken sınıf Paladin’di.Blizzard Monk’u oyuna koymuş ancak öyle çelik zırhı giyip dualarla savaşa gitmeden olmaz o iş.İnşallah ilerleyen zamanlarda çıkacak eklenti paketinde oyuna dahil olacak yeni sınıflar arasında kendisini görürüz.

Bu kadar çok beklenen bir oyun daha olmadı herhalde.Çıkmasına henüz 20 küsür gün varken ekşisözlükte Diablo 3 başlığı altında tam 205 sayfa entry girilmiş vaziyette,söylenecek söz yok.Ayrıca sadece Diablo’ya ait bir sözlüğün de mevcut olduğuna değinmek lazım.Sözlüğün linkini paragrafın sonunda bulabilirsiniz.Bu mükemmel oyunun giriş videosunu da yazının en altında izleyebilirsiniz.


Heyecanlıyız.Hem de çok.Az beklemedik kendisini ve şimdi bunun ödülünü alacağız.Mayıs 15’ten sonra bir süre kendimize gelemeyeceğimiz kesin.Mutlu güne çok az kala kılıcımızı bileyip büyü sözlerimizi söylemeye başladık bile.Bekle Terör’ün Lordu,canını almaya geliyoruz.



19 Nisan 2012 Perşembe

PORTRE : EN İYİSİ CHRISTIAN BALE



Bazı insanlar vardır,öyle herkes gibi olamazlar.Olağandışı ve farklı halleriyle herkesin arasından sıyrılıverirler.Yenilikçi olup tüm ezberleri bozarlar.Bu yüzden de her zaman zirvededirler.İşte Christian Bale bu insanlardan biridir benim için.Oyunculuk konusunda okeye dönmektedir.Sıradan biri değil bahsettiğim.Profesyonelliğe farklı bir bakış açısı getiren,rolü için sağlığını bile tehlikeye atarak aktörlüğün kitabını her anlamda baştan yazan bir adamdan söz ediyorum.

Günümüzün en başarılı oyuncularından biri olan Christian Bale,30 Ocak 1974 tarihinde Pembrokeshire-Galler’de dünyaya geldi.4 kardeşten en küçüğü olan Bale’in annesi sirkte çalışan bir görevliyken,babası pilottu.

Ailesi nedeniyle dünyanın farklı ülkelerinde büyüyen Bale,küçüklükten itibaren oyunculuğa ilgi duymaya başlamıştı.İlk önceleri tv reklamlarında rol alarak bu dünyaya adım attı.Daha sonra,1986 yılında Anastasia:The Mistery of Anna isimli bir tv filmine geçiş yaparak ilk uzun metraj deneyimini tatmış oldu.

Henüz 13 yaşındaydı belki ama yeteneği olduğunu göstermeyi başarıyordu.1987 yılında Anastasia filminden rol arkadaşı Amy Irving aracılığıyla çağımızın en iyi yönetmenlerinden biri olan Steven Spielberg ile tanıştı.Küçük adam kabiliyetiyle Spielberg’i etkilemeyi başarmıştı.Bu sayede usta yönetmenin yeni filmi Empire of the Sun kadrosunda yer buldu ve ilk kez bir sinema filminde rol almış oldu.Bu filmdeki performansı sayesinde National Board of Review of Motion Pictures töreninde en iyi genç yıldız ödülünü aldı.



Genç oyuncunun önü bu filmden sonra açılmaya başladı.Kariyerine Swing Kids ve Little Woman filmleriyle devam etti.1998 yılında ise Empire of the Sun’dan sonraki en önemli rolünü oynadığı Velvet Goldmine ile karşımıza çıktı.Bu filmde ünlü rock yıldızı Brian Slade’in kariyerini araştıran gazeteci Arthur Stuart karakterini canlandırdı.

Bale artık oyunculuğunu daha fazla öne çıkaracak,ağır roller istiyordu.Her türlü karakteri canlandırabilecek bir aktör haline gelmişti çünkü.Ayrıca çok gözü karaydı.Rolünün gerektirdiği her koşula profesyonelce uyum sağlayabilirdi.Bunun için her türlü fiziksel değişime hazırdı,vücudunu her şekle sokabilirdi.Onda gerçek bir oyuncuda ihtiyaç duyulan her şey mevcuttu.Fark edilmesinin vakti gelmişti.

Tüm bu isteklerini karşılayacak ve ona büyük bir ün kazandırarak 2000’li yıllara damga vurmasını sağlayan süreci başlatacak film,işte tam bu zamanlarda kapısını çaldı:American Psycho.Mükemmellik hastası ve saplantılı bir ruhu olan seri katil Patrick Bateman’ı canlandıracağı kitap uyarlaması American Psycho,onun için çok büyük bir şanstı.Bu şansı da son derece iyi kullandı.Böylesine obsesif ve komplike bir karakteri inanılmaz bir oyunculuk kalitesiyle canlandıran Bale,en çok aranan aktörler arasına girmeyi artık başarmıştı.

Bale'in American Psycho'daki rolü gereği muhteşem bir vücuda sahip olması şarttı.Bunun için de aylar süren uzun ve zorlu bir antrenman evresinden geçti.Fiziğiyle oyuncak gibi oynamaya ilk bu filmde başladı.


American Psycho ile adı iyice duyulan aktör,Shaft ve Captain Corelli’s Mandolin filmlerinde rol aldıktan sonra birazcık aksiyona kaydı.Oynadığı en kötü filmlerden biri olan Reign of Fire’dan hemen sonra,2002 yılında ilginç bir filmden teklif aldı:Equilibrium.Hissetmenin veya herhangi bir insani duygu sahibi olmanın yasaklandığı,distopik bir dünyadaki olayları konu alan bu filmin türü bilim kurgu-aksiyondu.Bale’in hikayenin geçtiği dünyada huzuru sağlamak için görevli rahiplerden birini canlandırdığı Equilibrium,o zamanlar bir Matrix kopyası olarak görülüyordu.Ancak yaratılış süreci Matrix’den daha eski olduğundan bu çok yanlış bir kanıydı.Özellikle Gun Kata adı verilen ve ellerde silah varken yapılan yakın dövüş sahnesiyle ses getirmişti film.Sonuç olarak bu farklı yapımda da kendini güzel bir şekilde test etmiş oldu Bale.

2004 senesine gelindiğinde Christian Bale’i,kendisini her şekilde tatmin edeceği bir rol bekliyordu.The Machinist filminde hayat verdiği Trevor Reznik,Patrick Bateman ile birlikte canlandırdığı en derin iki karakterden biriydi.Bilmediği bir nedenden dolayı 1 sene boyunca hiç uyuyamayan makinist Reznik’in karmaşık aklını ve hastalıklı düşünce yapısını üstün bir performansla izleyiciye yansıttı.Rahatsız adam profilindeki ağır rollerde ustalaştığını bir kez daha kanıtlıyordu herkese.

Son derece sağlam bir kurguya sahip,etkileyici bir gerilim olan The Machinist filminin Bale için önemli bir yanı daha vardı.Canlandırdığı karakterin ruhsal ağırlığının yanında fiziksel handikapları da mevcuttu.1 sene boyunca uyumamış olan Reznik aşırı kilo kaybetmiş bir adamdı.O yüzden Bale da aynı fiziksel yapıya kavuşmalıydı.Sırf bu yüzden günde sadece 1 adet elma ve ton balığı yiyerek tam 28.5 kilo verdi,yaklaşık 53 kiloya indi.Kendisi 49 kiloya düşmek istemiş fakat doktorları izin vermemişti.Görüntüsü dehşet verici şekilde değişmişti.Kemikleri dışarıdan rahatça sayılabiliyordu.Bu fiziksel değişimi işini ne kadar önemsediğini gösteriyordu.Profesyonelliğin ötesinde bir çalışma anlayışı olduğunu herkes görmüş oldu bu filmde.


Christian Bale’i artık bilen biliyordu fakat kendisini dünyanın en ünlü aktörlerinden biri yapacak proje 2005 yılında karşısına çıktı.Christopher Nolan’ın tekrar beyaz perdeye taşıyacağı Batman üçlemesinde Bruce Wayne rolünü Bale kapıyordu.Seçmelere ilk geldiği anda bu işi almıştı zaten.O ana kadar çekilen filmlerde Bruce Wayne’i üç ayrı oyuncu canlandırdı ancak bu role en çok yakışan açık ara kendisiydi.Christian Bale artık Bateman’dan Batman’e dönüşüyordu.

Projenin ilk filmi olan Batman Begins ile The Machinist arasında yaklaşık 4 aylık bir süre vardı ve Bale aşırı zayıf durumdaydı.Bu fizik yapısıyla bir süper kahramanı canlandırması mümkün değildi ve kısa sürede hazır hale gelmesi gerekiyordu.Bale vücuduyla ne kadar kolay oynayabildiğini bir kez daha göstererek bu 4 aylık süre içerisinde 30 kilo aldı.Kaslarını geliştirdi ve harika bir endama kavuştu.Artık suçla savaşmaya hazırdı.

Batman Begins’den sonra artık herkes onu konuşmaya başlamıştı.Aynı sene içinde Harsh Times ve The New World gibi ses getiren iki filmde rol aldı.Bir yıl sonra,2006’da yine fiziğini zorlayacağı bir yapım olan Rescue Dawn’da başrol oynadı.Vietnam Savaşı’nda uçağının düşmesi sonucu esir alınan bir Amerikan askerini canlandırdığı film için 60 kiloya düştü.Artık bu kilo alıp verme olayını asansör gibi kullanmaya başlamıştı.Bunu keyifle yapıyordu.

Aynı yıl,yani 2006’da benim sinemaya bakış açımı değiştiren o mükemmel filmde başrol oynadı:The Prestige.Ölümcül bir rekabete tutuşan iki ilizyonistin hikayesini konu alan filmde, rol arkadaşları Hugh Jackman ve Michael Caine ile birlikte adeta oyunculuk dersi verdi.O kadar doğal bir hali vardı ki sanki oynamıyor,olayı gerçekten yaşıyordu.Bir kitap uyarlaması olan The Prestige,bence hala Christopher Nolan’ın çektiği en iyi filmdir.

         Christian Bale'in The Machinist ile Batman Begins arasında geçen süredeki inanılmaz değişimi


Bale hiç durmuyor ve değişik türdeki filmlerde rol almaya devam ediyordu.2007 yılında bir Western filmi olan 3:10 to Yuma’da usta oyuncu Russell Crowe’la birlikte kamera karşısına geçti.İkili üst düzey performanslarıyla şahane bir iş çıkarırken,filmi de en iyiler listesine sokmayı başardılar.Defalarca izlenesi bir yapım olan 3:10 to Yuma’nın yeri benim için çok ayrıdır.

Aynı yıl I’m Not There'de rol aldıktan sonra asıl beklenen filmine sıra geldi.2008 yılı bir çok sinemasever için çok önemliydi çünkü Batman’in yeni filmi The Dark Knight uzun bir bekleyişin ardından gösterime giriyordu.Filmin fanatikleri günler öncesinde yer ayırtmış,bu sinema şölenini beklemeye başlamıştı.Sadece yakın zamanın değil tüm sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri olmayı başaran The Dark Knight,milyonlarca dolar hasılat yaparak en çok kazanan filmler listesinde de kendine üst sıralardan yer buldu.Film zihinlerden silinmeyecek bir efsaneye dönüştü.

Christian Bale,The Dark Knight’da ikinci kez Batman rolüyle kamera karşısına geçmiş ve yine iyi bir iş çıkarmıştı.Joker’i canlandırdığı performansıyla En İyi Erkek Oyuncu Oscarı’nı kazanan merhum Heath Ledger’in gölgesinde kalmış gibi gözükse de filmin asıl yıldızı yine oydu.En başarılı Bruce Wayne olduğu tescillenmişti.O artık nam-ı diğer Kara Şövalye’ydi.

Her gittiği yerde Batman olarak anılan usta oyuncu,2009 yılında bir başka efsane olmuş rolü canlandırmak için teklif aldı.Tarihin en iyi ve dikkat çekici filmlerinden biri olan Terminator’ün dördüncü filmi Terminator:Salvation’da John Connor karakterine hayat verecekti.Yapım yüksek gişe yapmış olmasına rağmen beklentilerin altında kalsa da Bale için değişik ve özel bir tecrübe oldu.Filmin setinde çalışan ışıkçılardan biriyle girmiş olduğu küfürlü söz düellosunun ses kayıtları ise günlerce konuşuldu.

Yine 2009’da,Public Enemies adlı filmde bu kez Johnny Depp ile başrolleri paylaştı.1930’ların en ünlü gangsterlerinden biri olan John Dillinger’ın hayatının anlatıldığı filmde FBI ajanı Melvin Purvis karakterini canlandırdı.Johnny Depp ile iyi bir takım oluşturmuşlardı.Film çok başarılı olmasa da akıllarda yer etti.




Bunca başarılı role imza atıp harika oyunculuklar sergilemesine rağmen bir türlü Akademi’nin gözüne girememişti Bale.Yığınla başarılı performansı varken bazılarında Oscar’a aday bile gösterilmemişti.Hakkının yendiği herkesin ortak düşüncesiydi artık.Ancak Bale hiç yılmadı ve sonunda şeytanın bacağını 2010 yılında The Fighter’daki rolüyle kırdı.Bir kez daha 60’lı kilolara indiği filmdeki rahatsız adam Dicky Eklund performansıyla En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscarı’nı kazandı.Bu ödül ona verilmeseydi hakikaten kan çıkardı.Son zamanlarda gösterilen en iyi oyunculuk performanslarından biriydi.

IMDB tarafından 40 yaşın altındaki en iyi aktör seçilen bu muhteşem oyuncu,şu sıralar Batman olarak son kez kamera karşısına geçtiği The Dark Knight Rises filminin Temmuz ayında gösterime girmesini bekliyor.

Bale’in bilinmeyen bir kaç yönünden de bahsedelim.Kendisi 2000 yılından beri Sandra Blazic ile evli.Atları çok seviyor,aynı zamanda çok da iyi bir binici.Aktivist olarak bir çok organizasyonda yer almakta.Kırmızı eti ise ağzına sürmüyor.

Christian Bale son yılların bana göre en başarılı oyuncusu.İşine kendini adamış gerçek bir profesyonel.Aktörlük artık onun yaşamı olmuş.Oynayarak nefes alıyor adeta.İzleyenleri her seferinde kendisine hayran bırakmayı başarıyor.Kötü filmi neredeyse yok,onun olduğu yapımdan başarısızlık uzak oluyor.Hangi filmde yer alırsa alsın izlemeden duramayacağım adamlardan.İyi ki oyuncu olmuş diyor ve bir ara onunla karşılıklı sohbet etme dileğiyle yazımı sonlandırıyorum.


Christopher Nolan hakkında geniş bilgi veren portre yazımı da dilerseniz buradan okuyabilirsiniz.


14 Nisan 2012 Cumartesi

MACERA TÜNELİ SERİSİ



Kitap okumanın çok sevilmediği bir ülkede yaşıyor olmamıza rağmen hiç kimse okumanın faydalarını göz ardı edemez.Okuma alışkanlığı her canlının sahip olması gereken bir özelliktir bence.Öyle kitabın türü mürü de olmaz,hepsi hayal gücünü ve yaratılığı geliştirir,kişisel gelişime yardımcı olur.Birbirinden değerleri binlerce eserin herhangi birini diğerinden ayıramayız.Ancak bu eserler arasında biri var ki laf arasında adı geçtiğinde özellikle 90’larda yaşayanlar için akan sular durur.Tarzıyla şu ana kadar yazılmış en ilginç ve farklı kitaplar topluluğu olan Macera Tüneli serisinden bahsediyorum.

“Neydi Macera Tüneli peki? Ne farkı vardı diğerlerinden?” diye soruyordur bu kitapları bilmeyenler.Hemen anlatalım.Bu zamana kadar gördüğümüz ve okuduğumuz kitapların hepsi lineer bir anlatıma sahiptir.Yani yazarın yazmış olduğu hikayeyi olduğu gibi okuruz,olayları değiştirebilme veya bir şeyler ekleyebilme şansımız yoktur.Öyküye hiç bir şekilde dahil olamayız.Başkalarının başrollerde olduğu hikayelere tanık oluruz, hepsi başlar ve tek bir sonla biter.

İşte Macera Tüneli,çıktığı 80’lerin sonunda bu gidişata noktayı ilk koyan eserler topluluğu olmuştu.Yurtdışında “Choose Your Own Adventure" ismiyle yayınlanan eserlerin bambaşka bir anlatım ve ilerleyiş tarzı vardı.İlk defa bir kitap, okuyucusunu interaktif olarak hikayeye dahil ediyordu.Yazar başrole okuyucuyu koyuyor,ona hitap ederek yazıyordu.Okuyucu yeri geldiğinde kendi seçimlerini yapıyor ve hikaye bu seçimlere göre şekilleniyordu,aynı bir rol yapma oyunu gibi.Örnek vermem gerekirse:

“Kaçağı kovalarken bir yol ayrımına geldiniz.Sağda zemini çamurlu,bataklığa benzer bir yol gözükmekte.Solda ise tepeye doğru uzanan,koyu renk taşlarla dolu bir patika var.Kaçağa dair bir iz arıyorsunuz ancak bulamıyorsunuz.Sezgilerinize güvenip ilerlemeyi düşünüyorsunuz.

Bataklık yolunu tercih edecekseniz safya 48’e,

Patikadan devam edecekseniz sayfa 36’ya gidin” gibi.

Okuyucu benzer seçimleri üst üste yapmak durumundaydı.Seçime göre belirlenen sayfaya gidiliyor ve olaylar buna göre değişiyordu.Bu da hikayenin birden fazla sonunun olmasını sağlıyordu.İyi ve kötü sonlardan oluşan hikayelerin yer aldığı dopdolu bir macerayı tamamen siz yaşıyordunuz.Bir sonu gördükten sonra geriye dönüp diğer seçenekleri denemek mümkündü.Tüm sonları görmeye çalışmak aşırı derecede zevkliydi.En başarılı bitiş bulunana kadar bu olay devam ederdi.

Hikayeler çocuklar için yazılmış olsa da içerik olarak yetişkinlere de hitap edecek düzeydeydi diyebiliriz.Özellikle karmaşık ve ürkütücü öykülerin ağırlıkta olması bazen çocuklar için biraz fazla mı diye düşündürüyordu.Hikayeler o kadar sürükleyiciydi ki,elinizden bırakamıyor,bitirseniz bile etkisinden kurtulamıyordunuz.Açıkçası ben çok keyif alırdım.Aradan yıllar geçmesine rağmen hala çoğunu hatırlarım.


Yurtdışında 185 ayrı kitabı basılmış olmasına rağmen Türkçe’ye sadece 20 tanesi çevrildi bu serinin.Türkçe kitap listesini vereyim hemen:

1.Tibet'in Gizli Hazinesi
2.Uzay Şeytanı
3.Ufo'nun Tutsakları
4.Uzay Dışında Yolculuk
5.Bay Thrombey'i Kim Öldürdü?
6.Dikili Tasların Esrarı
7.Öldüren Gölge
8.Lanetli Şato
9.Yeraltı Krallığı
10.Tehlikeler Evi
11.Zaman Tüneli
12.Zaman Tüneline Dönuş
13.Deniz Altında Macera
14.Kara Şatonun Esrarı
15.Dünya Tehlikede
16.Süper Bilgisayar
17.İpek Kralı Kayboldu
18.Uzay Kartalı
19.Denizde Tehlike
20.Piramitteki Sır

Küçükken neredeyse tüm kitaplara sahiptim ancak taşınmaydı,şuydu,buydu derken hepsini kaybettim.Bundan ötürü de çok pişmanım.Bu seriye ait kitapları bulmak isteyenler biraz zorlanabilir.İnternetten yaptığım birkaç araştırma sonucu bazı forumlarda bu kitapları satan arkadaşlara rastladım.Sahibinden gibi sitelerde de mevcut bazıları.Siz de eğer bu serinin eserlerine ulaşmak istiyorsanız interneti biraz kurcalayın derim.

Ah nerede Macera Tüneli gibi kitaplar diyorum son olarak.90’lara dair en güzel şeylerden biriydi bu seri.Bu kadar yaratıcı kitaplar şu an niye yazılmaz anlamak zor.Hem de tam sırasıyken.Eğer hiç okumadıysanız muhakkak bir yerden bulun ve tecrübe edin.Pişman olmayacaksınız.

9 Nisan 2012 Pazartesi

Y TU MAMÁ TAMBIÉN


Türkçe adı: Ananı Da!
Yapım: Meksika
Gösterime girdiği sene: 2001
Türkiye’de gösterime girdiği sene: Girmedi
Tür: Komedi,Dram,Macera
Yönetmen: Alfonso Cuaron
Senaryo: Alfonso Cuaron,Carlos Cuaron
Oyuncular: Gael Garcia Bernal,Maribel Verdu,Diego Luna
Süre: 106 dk.
IMDB puanı: 7.7/10
IMDB Top 250 sırası: Yok
Metacritic puanı: 88/100
Rotten Tomatoes puanı: 91/100
Beyaz Perde puanı: 3.4/5
Divx Planet puanı: 7.3/10
Benim puanım: 7.5/10



Eğlenceli vakit geçirmek isteyenler için ideal bir filme hoş geldiniz.Y Tu Mamá También,ergenliklerini yaşayan iki gencin,baştan çıkarıcı bir kadınla birlikte kendilerini keşfedecekleri,cinsel içerikli ve zevkli bir yol macerasına çıkmalarını konu alıyor.Meksika yapımı bu filmi izlerken keyif alacağınızı garanti edebilirim.

Zengin bir ailenin çocuğu olan Tenoch (Diego Luna) ve dostu Julio (Gael Garcia Bernal) 17 yaşında iki gençtir.Ergenliğin verdiği o ateşle yalnızca iki şey düşünmektedirler:Kadınlar ve seks.Sadece kendi kız arkadaşlarıyla yetinmeyip yeni dişilerle de tanışmak isterler.Sevgililerini Avrupa’ya tatile göndermelerinin ardından bu boşluğu dolduracak av planları yaparlar ancak pek de başarılı olamazlar.Tam bu sırada karşılarına onlardan yaşça büyük,çekici bir kadın çıkar:Tenoch’un kuzeninin eşi Luisa.



Gençlerin Luisa’dan (Maribel Verdu) etkilendiği çok bellidir ancak ona kafalarındaki gibi yaklaşmaları imkansız gözükmektedir.İşte bu sırada Tenoch’un kuzeni Jano’nun Luisa’yı aldatması onlara yardımcı olur.Kocasının ihanetini hazmedemeyen Luisa iki gençle tatil yolculuğuna çıkmaya karar verir ve eğlenceli bir yol hikayesi başlar.

Yol boyunca Luisa ile kaynaşan gençler,onun sayesinde kendilerini cinsel anlamda keşfetmeye başlıyorlar.Olgun bir kadının varlığı olaylara bakış açılarını geliştiriyor.Bir yandan aralarında dostluk bağı kurulurken,diğer yandan arkadaştan öte yakınlaşmalar da gerçekleşiyor.Luisa zaman zaman gençlere bir öğretmen gibi yaklaşıp kendilerini tanımalarında yardımcı oluyor.Yol arkadaşlarının aralarında tüm bunlar yaşanırken,bilinmeyen sırlar ve yalanlar da ortaya çıkıyor.


Film oldukça erotik,bunu baştan söylemek lazım.Cinsel içerikli,müstehcen sahnelerden bol bol var.Bundan daha ilerisi soft porn dediğimiz olaya giriyor artık.Yönetmen açık sahnelerden hiç kaçınmamış,oyuncular da ona çok güzel ayak uydurmuş.”Sonuçta yol filmi,oturayım da ailemle izleyeyim” derseniz yanarsınız,aman diyeyim.Bu anlamda izlediğim en cüretkar film budur herhalde.(True Blood ve Spartacus dizilerini saymıyorum tabi.Onlardaki sahneler rahatsız etmiyorsa bu film çıtır çerez gelecektir.)

Y Tu Mamá También,sonuyla biraz drama da bağlayan,cinsellik temalı,eğlenceli bir film kısaca.Kafa dağıtmak,iyi zaman geçirmek için ideal.Kim bilir,izlerken belki sizler de kendinizi yeniden keşfedersiniz:)

5 Nisan 2012 Perşembe

SPARTACUS VENGEANCE’IN ARDINDAN



Uzun süre bekleyip bir solukta izlediğimiz Spartacus dizisinin 2. sezonu Spartacus Vengeance,geçtiğimiz cumartesi yayınlanan muhteşem sezon finaliyle sona erdi.İzleyicilerini yine heyecana,kana ve şiddete doyuran dizinin yeni sezonu daha da merakla beklenecek gibi.

Spartacus’ü en son Batiatus Hanesi’ndeki katliamdan sonra özgürlüğe koşarken bırakmıştık.Yeni sezonda ise köle kardeşleriyle beraber yollara düşüp peşlerinden gelen Romalılar’ı ortadan kaldırırken çıktı karşımıza.İlk başlarda Crixus’u takip eden Galyalı gladyatörlerle sorun yaşasa da,ilerleyen günlerde onları da yanına çekip bir bütün olmayı başaracaktı Spartacus.



Son şampiyon gladyatörün tüm köleleri özgür bırakma hedefinin yanında başka bir hesabı daha vardı.Karısının ölümüne neden olan olayları başlatan Roma Praetor’u Gaius Claudius Glaber’i yok etmek.O sırada karısı Ilithya ile birlikte Capua’daki Batiatus Hanesi’ne yerleşmiş olan Glaber’ın kafasında ise sadece Spartacus’u yakalamak ve halkın gözünde itibaren gören bir kahramana dönüşmek vardı.İkilinin savaşında Spartacus tarafı Crixus,Agron,Oenomaus ve onlara sonradan katılan Gannicus’dan oluşurken,Glaber’ın yanında Ilithya,entrikacı Ashur ve beklenmedik eski bir dost yer alacaktı:Lucretia.

İlk sezonda Spartacus’u oynayan Andy Whitfield’ın talihsiz bir şekilde kansere yenik düşüp hayatını kaybetmesinin ardından başrolü genç oyuncu Liam McIntyre devralmıştı.Liam rolünde gayet başarılı olsa da gözler bir yerlerde hep Andy’i aradı diyebiliriz.Her iki Spartacus’un birbirinden çok farklı olduğu ortada.Whitfield daha güler yüzlü,sempatik ve canlı bir Spartacus iken,McIntyre sert,ciddi ve daha erkeksi bir karaktere bürünmüş.İlk bir kaç bölüm zorlansak da zamanla alıştık yeni Spartacus’e.

Spartacus Vengeance çarpıcı bölümlerle bezenmiş bir çalışma olmuş.Özellikle bu bölümlerden bazıları hakikaten muhteşem.Spoiler ------ Spartacus ve adamlarının Capua’daki arenayı basarak her yeri yakıp yıktığı bölüm olağanüstüydü -------spoiler sonu.İlk sezona oranla daha fazla kan ve şiddet var.Heyecan ve tempo üst düzey.Çerez gibi arka arkaya izleniveriyor bölümleri.Dizinin kadınları da yine her anlamda çok çok iyiler.Özellikle Ilithya ve Lucretia’nın yanına eklenen Seppia gözümüzü gönlümüzü açtı.Yeni sezonda da böyle devam etsinler istiyoruz.



Sezon finaline ise diyecek bir şey yok.Yine şahane,yine şok üstüne şok.Resmen tarlayı hasata giden çiftçi gibi davranmış senaristler.

---------------------------------------------Sezon finali spoiler --------------------------------------------

Kadronun yarısı öldü neredeyse.Ashur,Oenomaus,Lucretia,Glaber ve Mira hakkın rahmetine kavuştu.Yapımcılar Ilithya’nın da öldüğünü açıkladılar.Ne kadar doğru söylüyorlar bilemiyoruz tabi.

---------------------------------------------Spoiler sonu-----------------------------------------------------

Taze biten dizinin 3. sezonu ne zaman yayınlanacak bilinmez ancak ağzımızda şahane bir tat bırakarak sona erdiği kesin.Yeni sezonu merakla beklemeye başladık bile.Şimdilik bu defteri kapatan bizler,2. sezonu yeni başlayan Game of Thrones’a geçiyor ve motoru soğutmuyoruz.Herkese iyi seyirler...