31 Mart 2012 Cumartesi

SİNEMADA İZLEDİĞİM FİLMLER – MART 2012

Şubat’taki Oscar filmleri bombardımanına oranla daha sakin bir ay geçirdik.Yine çok sayıda film vizyona girdi ancak kalite açısından orta seviyelerde kalındı diyebiliriz.Bu ay da geçen ay gibi 6 filmi sinemada izleme şansı buldum.Onlara bir göz atmakta fayda var.



J. Edgar : Çok uzun bir süre FBI Başkanlığı yaparak teşkilata büyük emekler veren ve ABD tarihini derinden etkileyen J. Edgar’ın hayat hikayesini konu ediniyor film.Yönetmen koltuğunda Clint Eastwood,başrolde ise Leonardo DiCaprio yer alıyor.Hayatını işine adayarak FBI'ın çehresini değiştiren bir adam J. Edgar.Etrafına korku salan büyük bir güç sahibi olmasına rağmen sakladığı sırları,söylediği yalanları ve özel hayatındaki seçimleriyle bir döneme damgasını vurmayı başarmış bir simge.Film J. Edgar’ın hayatındaki tüm olan biteni derleyip bize sunmaya çalışmış ancak vasatı aşamamış.Pek beğendiğimi söyleyemeyeceğim.Hikaye tamamen FBI Başkanı olduğu dönemi kapsadığından konu ile alakası olmayanları,devlet işleri ve siyasetle ilgilenmeyenleri sıkan bir yapısı var.Federal yapıya ilginiz varsa ve o dönemleri merak ediyorsanız izleyin derim.Yoksa sizin için zaman kaybı olacaktır.Filmin yaşlandırma makyajları ise oldukça başarılı.Özellikle DiCaprio’nun gerçek yaşlılık hali herhalde bu filmdekine benzeyecek,çok etkileyici olmuş.








Sen Kimsin : Tolga Çevik sevenleri tarafından uzun süredir merakla beklenen bir projeydi Sen Kimsin.Özel bir dedektifin komik hikayesini konu alan film,fragmanıyla herkesi heyecanlandırmış ve eğlendirmişti.Ancak kendisini izlediğimizde koskoca bir hayal kırıklığı olduğunu gördük.Güldürmekten çok uzak vasat esprileri ve baştan sağma yazılmış rezalet senaryosu ile tahammül sınırlarını zorluyor gerçekten.Yarısında çıkılacak kadar kötü bir iş ortaya çıkmış.Bu kadar berbat bir yapıma para yatırmak israftan başka bir şey değil.Herhalde Tolga Çevik’in isminden yararlanırız diye düşündüler.Bu yüzden gişe kaygısı yaşamadılar.Eğer öyle düşünülmüşse bu kadar insanı aptal yerine koymuş oldular,helal olsun.Diyecek bir şey yok.Kısacası son yıllarda yapılmış en kötü Türk filmi.Verdiğim paraya acıdım.Gördüğünüz yerde koşarak uzaklaşın.










The Descendants – Senden Bana Kalan : Oscar öncesinde izlediğim,sinemalara geldiğinde tekrar tecrübe ettiğim,bu ayın başarılı işlerinden biri.Hawaii’li toprak zengini Matt King’in (George Clooney) özel hayatında sorunlar yaşadığı eşi,bir tekne kazasında ağır yaralanır ve komaya girer.Bu olaydan sonra Matt,hem sorun yaşadığı eşiyle hem de o zamana kadar yakın bir bağ kuramadığı iki kızıyla işleri yoluna koymaya karar verir.Ancak öğreneceği bir haber tüm hayatını değiştirecektir.İçine komedi öğeleri katılmış bir aile dramı olan The Descendants,ilgi çekici hikayesi ve sürükleyici yapısıyla seyredilmeyi hak ediyor.Başrolde iyi bir performans göstermediğini düşündüğüm George Clooney,aday gösterildiği En İyi Erkek Oyuncu Oscarı’nı alamamış olsa da film,En İyi Uyarlanmış Senaryo Oscarı’nı kapmayı başardı.Önceden dediğim gibi bu ayın güzel işlerinden biri.İzlemenizi tavsiye ederim.










The Woman In Black – Siyahlı Kadın : Bu ay izlediğim tek gerilim filmi.Başka da var mıydı bilemiyorum.Genç bir avukat olan Arthur Kipps (Daniel Radcliffe) çalıştığı hukuk bürosundaki işini kaybetmek üzeredir.Eşinin ölümünden sonra küçük oğluna bakmak zorunda olan Kipps’in önünde son bir şansı vardır:Müvekkillerinden birine miras kalan eski bir malikaneyi satmak.Ancak bu hiç kolay olmayacaktır çünkü malikane bir kadının hayaleti tarafından ele geçirilmiştir.Filmden farklı şeyler bekleyenlerin kocaman bir hayal kırıklığı yaşadığını söyleyerek başlayalım.Amerikan gerilim filmi klişeleriyle ağzına kadar dolu olan,vasatın altı bir iş çıkarılmış.Seyirci apansız fırlayan silüetler,aniden giren yüksek sesler gibi klasik korku filmi öğeleriyle gerilmeye çalışılmış.O bile doğru dürüst becerilememiş.Son derece içi boş ve gereksiz uzunlukta bir film kendisi.Tek güzel tarafı başarılı diyebileceğimiz görüntü ve sanat yönetimi.Onun dışında sayılabilecek iyi bir yanı yok.Paranızı daha verimli şeylere harcayın derim.








The Grey – Gri Kurt : İzlerken keyif aldığım filmlerdendi The Grey.Tamamen karla kaplı bir bölgeye düşen uçaktan kurtulanların,zorlu hava şartları ve vahşi kurtlara karşı verdikleri yaşam mücadelesi gerilimli bir atmosfer ile anlatılmakta.Başrolünde ünlü oyuncu Liam Neeson’ın yer aldığı The Grey, çaresizlik hissini son derece etkili bir biçimde yansıtmayı başarmış.Aşırı soğuk havanın hakim olduğu ve sürekli tipinin yaşandığı arazideki yaşam mücadelesi beni derinden etkiledi.Orada olsaydım ne olurdu diye çaresizce düşünmemi sağlamış olması filmin bu alandaki başarısını gösteriyor.Ayrıca filmdeki uçak kazası sahnesi şu ana kadar izlediklerim içerisinde en gerçekçi ve etkileyicisiydi.Yapımla ilgili tek sıkıntı yaşadığım nokta kurtların olduğu sahnelerdi.Bu bölümler biraz gerçekçilikten uzak olmuş,inandırıcı gelmeyen sahneler var.Belki daha az göze sokulsalar,daha görünmeden filmin içinde yer alsalar gerilim açısından daha iyi olurdu diye düşünüyorum.Genel olarak bakıldığında “olmuş” diyebileceğimiz filmlerden.Zevkle izledim.









50/50 – Şansa Bak : Daha dün gösterime giren,bizim için yepyeni bir film 50/50.Bir radyoda çalışan genç Adam (Joseph Gordon-Levitt),çok nadir görülen bir omurga kanserine yakalanır ve bütün hayatı değişir.Artık onu zor günler beklemektedir.Annesi,kankası,sevgilisi ve terapistiyle beraber yaşadıklarını atlatmaya çalışan Adam,yaşamıyla ilgili yeni şeyler keşfederek hayatta kalma şansının yarı yarıya olduğu bu amansız hastalıkla mücadele etmeye başlar.İzlerken duygusal anlamda zorlandığım ve rahatsız olduğum film,kanserin o acı yüzünü bize gösterirken olaylara esprili yaklaşmayı da ihmal etmiyor zaman zaman.Sıcak anlatımıyla sizi hüzünlendirip gülümsetiyor.Dostluğu,sevgiyi,ihaneti,mücadeleyi kısacası hayatta karşılaşabileceğimiz her şeyi tek bir potada sunabilmiş.Harika senaryosunun nasıl olur da Oscar’a aday gösterilmediğini hala çözebilmiş değilim.Muhakkak izlenmesi gereken,bu ayın etkileyici filmlerinden.






Onun dışında vizyona iddialı giren Hunger Games'e önyargımdan dolayı gitmedim.Çok fazla aksiyona kayacağını düşünüyorum.İzleyenler güzel oldğunu söylüyorlar.Onu da bir ara izlemeyi düşünüyorum.






27 Mart 2012 Salı

11:14 – PAN’S LABYRINTH

Bugün yine çok başarılı iki filmi tanıtacağım.Çok farklı ve ilginç eserler seçtim.Hemen başlayalım bence.


11:14 :

Türkçe adı: 11:14
Yapım: ABD,Kanada
Gösterime girdiği sene: 2003
Türkiye’de gösterime girdiği sene: 2004
Tür: Suç,Komedi
Yönetmen: Greg Marcks
Senaryo: Greg Marcks
Oyuncular: Rachael Leigh Cook,Patrick Swayze,Hilary Swank,Ben Foster,Shawn Hatosy
Süre: 85 dk.
IMDB puanı: 7.2/10
IMDB Top 250 sırası: Yok
Metacritic puanı: 65/100
Rotten Tomatoes puanı: 100/100
Beyaz Perde puanı: 3.5/5
Divx Planet puanı: 7.1/10
Benim puanım: 7.9/10


Hiç bir şey göründüğü kadar basit değildir.Evet bu film için bunu söyleyerek başlıyorum.Meydana geliş şeklinden emin oluğumuz olayların aslında nasıl gelişip ilerlediğini gösteren,zekice kurgulanmış bir yapım duruyor karşımızda.Birbirinden bağımsız gibi gözüken hikayeleri farklı perspektiflerden tekrar tekrar işleyerek aslında tamamen bağlantılı olduğunu anlatan,son derece heyecanlı ve tempolu bir kara komediye hazırlanın şimdi.

Film,saat tam 11:14’ü gösterirken yayaya çarpan bir arabanın kazasıyla açılıyor.Ancak bu kaza hiç de göründüğü kadar basit değil.Aslında her şey aynı dakikalarda gerçekleşen ve birbirinden alakasızmış gibi gözüken olayların birbirini tetiklemesiyle meydana geliyor.Bu kaza da onlardan sadece biri.O gece farklı kişilerin başından geçen olaylar birbirini öyle güzel etkiliyor ki ortaya tadından yenmez bir macera çıkıyor.



Yapım 11:14’te gerçekleşen ve birbirini etkileyen bu olayları kahramanlarının gözünden tekrar tekrar anlatıyor.Burada da devreye dahice hazırlanmış bir kurgu giriyor.Film olayları anlatmak için her geri sarışında başka bir ipucu,başka bir kör nokta açığa çıkıyor.Buradaki anlatım başarısı ve hikayenin zekice seyri sayesinde baş döndürücü bir tempo yakalıyor 11:14.Heyecan içinde izlerken zaten kısa olan sürenin nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz bile.İşte kurgu ustalığı budur dedirtiyor film.

Anlatılan hikayelerde kimsenin masum olmadığını görüyoruz.Herkesin karanlık bir tarafı var, türlü türlü oyunlar çevirip duruyorlar.Suçlarını ört bas etmeye çalışırlarken işleri daha karmaşık hale getiriyorlar.Biz de keyifle izliyoruz.

Yazının başında da dediğim gibi film tam bir kara komedi.Yönetmen Greg Marcks’ın içine birazcık Tarantino kaçmış bence.Suçla dolu bir hikayeyi kara mizah kullanarak anlatıyor.Hikayenin çekiciliğini de biraz bu özelliği güçlendiriyor.Maceraya tatlı bir tat katıyor.


11:14 zekice hazırlanmış kurgusu,yüksek tempolu sürükleyiciliği ve usturuplu mizahıyla son derece başarılı bir film.Çok az kişi tarafından bilinmesi nedeniyle hakkı yenmiş eserlerden.Amores Perros ve Babel ile karşılaştırılmasına rağmen onlardan çok farklı bence.Böyle bir filmi kesinlikle daha önce izlemediniz.En kısa sürede tecrübe etmeniz gereken bir serüven.Çok eğleneceksiniz.


El Laberinto Del Fauno (Pan’s Labyrinth) :

Türkçe adı: Pan’ın Labirenti
Yapım: İspanya,Meksika
Gösterime girdiği sene: 2006
Türkiye’de gösterime girdiği sene: 2007
Tür: Dram,Fantezi,Savaş
Yönetmen: Guillermo del Toro
Senaryo: Guillermo del Toro
Oyuncular: Ivana Baquero,Ariadna Gil,Sergi Lopez
Süre: 119 dk.
IMDB puanı: 8.4/10
IMDB Top 250 sırası: 94
Metacritic puanı: 98/100
Rotten Tomatoes puanı: 95/100
Beyaz Perde puanı: 3.7/5
Divx Planet puanı: 7.9/10
Benim puanım: 8.0/10



Sinemanın değişik dokunuşlara,farklı yaklaşımlara ihtiyacı var.Sektör geliştikçe beğenme eşiğimiz her geçen gün yükseliyor.Bizi tatmin edecek arayışlar içine girdiğimizde ise karşımıza illa ki çarpıcı bir iş çıkıyor.Pan’s Labyrinth de o işlerden biri.Fantezi dünyası ile Avrupa’nın kaotik dönemlerinden birini harmanlayarak izleyiciye hem etkileyici hem de yaralayıcı bir macera sunuyor.

Hikaye 1940’ların başında,İspanya’da geçmekte.Faşist İspanyol yönetiminin komutanlarından biri olan Kaptan Vidal (Sergi Lopez),iç savaşın sürdüğü o yıllarda isyancılara karşı mücadele vermektedir.Son derece acımasız ve sert bir karaktere sahiptir.Kimseye merhamet etmek gibi bir niyeti yoktur.Tek amacı isyancıları sonuncusu da yok olana kadar öldürmektir.




Küçük bir kız çocuğu olan Ofelia (Ivana Baquero),hamile annesi ile birlikte istemeyerek de olsa üvey babası Vidal’ın ormandaki karargahına gitmek zorunda kalır.Kaptan’ı hiç sevmiyordur çünkü Vidal onlara da sevgisizce yaklaşmaktadır.Çatışmanın kızıştığı bu bölgede bir süre kalmak mecburiyetinde olan küçük kız,ormanın içinde bir labirent keşfeder.Labirenti takip edip yer altına ulaştığında ise buranın sahibi,tuhaf yaratık Pan ile karşılaşır.Pan Ofelia’ya bazı görevleri yerine getirmesi halinde yeraltının prensesi olacağını söyler.Bu görevlerde ona  rehber olması için de bir kitap verir.İçinde bulunduğu duruma zamanla alışan Ofelia,bir yandan bu masalsı dünyada koşuştururken diğer yandan gerçek yaşamındaki zorluklarla mücadele etmek zorundadır.

Filme masalsı dediğimize bakıp da renkli ve neşeli bir dünya beklemeyin.Yapım son derece rahatsız edici sahneler barındırıyor.Şiddet dolu bölümler sağlam sinir ve dayanıklılık gerektiriyor.Bu filmdeki işkence ve kanın sert bünyelerde bile etkili olduğunu söylemek çok doğru olur.Ayrıca yaratılan fantastik dünya hiç de öyle renkli değil,tam tersi ürkütücü bir havası var.Karanlığın hakim olduğu bu dünyada karşılaştığınız her şey sizi tedirgin etmeye yetiyor.Saydığımız rahatsız edici ve ürkütücü noktalara sahip olmasına rağmen asıl türü olan dramı kusursuz bir şekilde ön plana çıkarmayı da başarıyor.İsmine ve türüne bakarak sakın bir çocuk filmi sanmayın.

İspanya’da yaşanan iç savaş dönemi ile fantastik bir dünyayı kombine etmek ve ortaya bu kadar başarılı bir iş çıkarmak son derece takdire şayan.Yönetmen Guillermo del Toro’yu gerçekten kutlamak gerek.Hellboy ve Blade 2’den sonra iyice sınıf atladığını gözler önüne sermiş.Filmin başarılı sanat ve görüntü yönetimine de değinmeden olmaz.Ustaca yaratılmış bir atmosfer ve seyirciyi içine çeken görüntüler var yapımda.


Kaptan Vidal rolündeki Sergi Lopez’e bir parantez açmak gerekli.Gerçekten nefret edilesi bir karakter canlandırmayı başarmış,harika bir iş çıkarmış.Göründüğü her sahnede kendisine türlü işkenceler yapmak istedim.Bu isteğim rolünü ne kadar iyi kotardığının kanıtı.

El Laberinto Del Fauno yani Pan’ın Labirenti,son yıllardaki en etkileyici ve sarsıcı filmlerden biri.Bittiğinde bile hala etkisinde geziyorsunuz.İspanyol filmlerinin başarılı örneklerinden.İzlemek için zaman kaybetmeyin.

22 Mart 2012 Perşembe

ERKEK HİMAYESİNDEKİ KIZLAR



Kadınlar güçlü varlıklar,bunu çok önceden kabul ettik.Dişiliklerini ön plana çıkarıp istediklerini yaptırabilir,erkekleri çeşitli yollarla parmaklarında oynatabilirler.”Evet” veya “Tamam” kelimelerini duymaya alışmışlar.Ancak sert kayaya tosladıklarında bu hallerinden eser kalmıyor.Onları kontrol edebilen bir erkek çıktı mı roller değişiveriyor.Kendi hayatları farklılaştığı gibi çevreleri de bundan çok net derecede etkileniyor.

Çok samimi bir kız dostunuz,güzel de bir arkadaş grubunuz var diyelim.Yediğiniz içtiğiniz ayrı gitmiyor.O aktivite senin,bu etkinlik benim diyerek oradan oraya sürükleniyorsunuz.Çok keyifli günler geçiriyorsunuz.Ayrıca o kız dostunuzla en samimi erkek arkadaşınızla konuşmadıklarınızı bile konuşuyorsunuz.Hiç kimseyle var olamayacak kadar iyi bir bağ var aranızda.O sizi,siz de onu çok iyi tanıyorsunuz.Sizi ondan daha iyi anlayan biri daha yok.Son derece güvendiğiniz bir dostunuz.Her şey şahane gidiyor.

Ama bir gün geliyor ve pat!,kız ortadan yok oluveriyor.Neymiş,sevgili bulmuş.Vay vay vay...Tamam anladık,sevgili buldun,lafımız yok da biz niye hayatında ikinci plana atıldık diye soruyor insan.Yıllardır tanıdığınız insana ulaşamıyorsunuz.Artık orada bir duvar var.Başkası gelip yerleşiveriyor aranıza.Sanki dostunuza siz bakmışsınız,büyütmüşsünüz de elin adamı gelip hazıra konuyor.Tekeline alıyor kızı;kimseyle görüştürmüyor,sürekli yanında tutuyor.Tabi bizimki de aşk sarhoşu,kendini bulutların üzerinde sandığından yüzünde sabit ve salak bir sırıtışla leyla gibi dolanıyor etrafta.Lafından çıkmıyor,ne derse “peki” diyor.Yüzünü zaten doğru düzgün göremiyorsunuz.İki kelam etmek için yakaladığınız zamansa artık eskisi gibi olamadığınızı fark ediyorsunuz.

Oğlum sen yokken biz vardık lan.Bir hakkın varmış gibi gelip kurulmuşsun aramıza.Nereden çıktın sen anlamadım ki.Kızı bir kafese koymuşsun,yanından ayırmıyorsun.Sen yokken bizim yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi.Bir geldin,pir geldin.Her şeyi berbat ettin.Senin yüzünden göremez olduk dostumuzu.Kızın da dengesini bozmuşsun zaten;sen diyor,başka bir şey demiyor.Haydi bakayım haydi.Ufak ufak voltanı al buralardan genç!

Kızım sen de hemen tüm haklarını satıvermişsin.Mal varlığını neredeyse adamın üstüne yapacaksın.Sen güçlüydün,ne oldu sana anlamadım gitti.Hemen boyun mu eğdin adamın birine? Ne derse yapar olmuşsun.Zaten görmüyorsun artık bizi,beraber paylaştığımız zamandan çalmaya başladın.Bir kendine gel,silkelen.Unutma,sevgililer gelir geçer ama dostluk baki kalır.

Neyse.Velhasılıkelam bu tarz kızlar yıllarca süren dostluğu ziyan ediveriyorlar bir er uğruna.Ne arkadaş grubu bırakıyorlar,ne bir dost.Büyülenmiş gibi adamın peşinden gidiyorlar.İlişki bitince de enkazı yine siz toplayıp tamir ediyorsunuz.Teselli için dostlarına geliyorlar yani her zamanki gibi.Ben bir erkek olarak buna kesinlikle dikkat ediyorum.Kız arkadaşım dostlarından ayrı kalmamalı,bu çok mühim bir şey.Siz siz olun sevgilinizle dostunuz arasına girmeyin.Üzülen siz olursunuz.Her şeyden önemlisi çok sevdiğiniz bir dostu kaybedebilirsiniz.

15 Mart 2012 Perşembe

CIDADE DE DEUS – THE COUNT OF MONTE CRISTO

Bugün yine çok beğendiğim iki filmi paylaşmaya karar verdim.Önce sizi acımasız bir suç dünyasına götüreceğim,ardından alev alev yanan bir intikam hikayesine dahil olacağız.Evet,hazırsak başlayalım.


Cidade de Deus :

Türkçe adı: Tanrıkent
Yapım: Brezilya,Fransa
Gösterime girdiği sene: 2002
Türkiye’de gösterime girdiği sene: 2003
Tür: Suç,Dram
Yönetmen: Fernando Meirelles
Senaryo: Paulo Lins (roman) , Braulio Mantovani (senaryo)
Oyuncular: Alexandre Rodrigues,Matheus Nachtergaele,Leandro Firmino
Süre: 130 dk.
IMDB puanı: 8.8/10
IMDB Top 250 sırası: 18
Metacritic puanı: 79/100
Rotten Tomatoes puanı: 90/100
Beyaz Perde puanı: 4.1/5
Divx Planet puanı: 8.1/10
Benim puanım: 8.1/10


Cidade de Deus insanı derinden etkileyen öyküsüyle sinema tarihinin en güçlü yapımlarından biri olarak karşımızda duruyor.1960’ların Brezilya’sında,Rio’nun suçla dolu gettolarının acımasız yüzünü yaşanmış ve çarpıcı bir hikayeyle gözler önüne seriyor.Tanrıkent’in hikayesiyle.

1960’lar…Rio’nun gettoları suçla kaynamakta,uyuşturucu,hırsızlık,cinayet kol gezmektedir.Bu suç çemberinin ortasında ise en masum olması gerekenler kalmıştır:Çocuklar.Ama ne yazık ki buradaki yaşam onları da birer suçlu olmaya zorlar.Geleceğin suç liderleri doğmaya başlar yavaş yavaş.

Küçük bir çocuk olan Buscape de bu gettoda yaşayanlar arasındadır.Etrafında bunca pislik dönerken masum ve dürüst kalmaya çalışır.Yaşıtları,ağabeyleri ve dostları sürekli suç peşinde koşarken,o da onlarla birlikte oradan oraya sürüklenir.Yanı başında olan tüm olaylara tanık olmak zorunda kalır ancak bunca şeye rağmen temizliğini korumayı başarır.İstediği tek bir şey vardır:Günün birinde fotoğrafçı olabilmek.



Hikayenin geçtiği bu gettolarda suç işlemek son derece doğal ve sıradan bir olay.İnsanın kanını donduran cinsten cinayetler o kadar olağan ki.Adeta su içmek gibi.Herkes tereddüt dahi etmeden güpegündüz birbirini vurabiliyor.Bu oradaki yaşamın bir parçası,herkese sirayet ediyor.

Buralarda suç güç demek.Çocuklar da doğduklarından itibaren bu yönde yetişiyorlar.Ayakta kalabilmek ve güçlü olmak için kolayca suça yöneliyorlar,başka çareleri yok.Dış dünyadan izole edilmiş bu ortamda kendi suç krallıklarını kurup hükümdar gibi başa geçiyorlar.Öyle düzenli işleyen bir sistem kurulmuş ki,pisliğin çarkları sorunsuz şekilde dönebiliyor.Su testisinin su yolunda kırılacağı,geleceği olmayan hayatlar yaratılıyor.

Buscape çok istediği fotoğraf makinesine kavuşunca mutlu oluyor.Ancak çok şanssız zira onunla çekebileceği hiç bir güzellik yok etrafında.Ne kadar düzensiz ve yanlış şey varsa onları objektifine konuk ediyor mecburen.Zaman zaman bu suça eğimli yaradılışların sevip aşık olabileceklerine,dostlarını kardeş gibi görebileceklerine şahit olsa da ona hiçbir zaman yetmiyor.


Cidade de Deus çok etkileyici ve içe işleyen bir hikaye sunuyor bizlere.Hayatın ve sokakların gerçek acımasızlığını,yoksulluğun ve sefaletin kaçınılmaz suç dayatmasını gözler önüne seriyor.Başarılı kurgusu ve işlenişiyle çok çarpıcı bir yapıt oluveriyor.Duyguları alt üst edici,bir çok şeyi sorgulatan filmlerden.İzlenilmesi şart.


The Count of Monte Cristo :

Türkçe adı: Monte Cristo Kontu
Yapım: İngiltere,ABD,İrlanda
Gösterime girdiği sene: 2002
Türkiye’de gösterime girdiği sene: 2002
Tür: Macera,Dram,Romantik
Yönetmen: Kevin Reynolds
Senaryo: Alexandre Dumas (roman) , Jay Wolpert (senaryo)
Oyuncular: Jim Caviezel,Guy Pearce,Dagmara Dominczyk,Richard Harris
Süre: 131 dk.
IMDB puanı: 7.6/10
IMDB Top 250 sırası: Yok
Metacritic puanı: 61/100
Rotten Tomatoes puanı: 73/100
Beyaz Perde puanı: 3.9/5
Divx Planet puanı: 7.9/10
Benim puanım: 7.8/10


Alexandre Dumas’ın aynı adlı kitabından sinemaya uyarlanan The Count of Monte Cristo, hararetli bir intikam hikayesini anlatmakta.İftiraya uğrayarak uzun yıllar hapishanede kalan bir denizcinin,sabırla beklediği intikamını yavaş yavaş almasını zevkle izliyoruz. İlk gösterime girdiği zamanlarda eleştiri oklarına hedef olmuş olsa da seyrederken çok keyif aldığım yapımlar arasındadır.

Bir denizci olan Edmond Dantes (Jim Caviezel) ve soylu can dostu Fernand Montego (Guy Pearce) kaptanlarının hastalandığı bir Akdeniz seferinde acil olarak karaya çıkmak zorunda kalırlar.Ancak ayak bastıkları yer o zamanlar Napolyon’un sürgünde olduğu Elbe Adası’dır.Napolyon’un askerleri tarafından yakalanan ikili, masum oldukları anlaşılınca serbest bırakılırlar.

Hasta kaptan adada tedavi altına alınır ancak kurtarılamaz.Edmond ve Fernand adayı terk etmeye hazırlanırken Napolyon,Dantes’i yanına çağırtır.Ona askerlerinden birinin Paris’teki sevgilisine yazdığı bir mektup verir ve onu sahibine ulaştırmasını ister.Edmond,o zamanlar sürgündeki Napolyon’dan herhangi bir haberi Fransa’ya sokmanın vatan hainliği sayılacağını bildiğinden mektubu almakta tereddüt eder ancak ikna olur.Fernand ise bu alışveriş ve konuşmaya şahit olmuştur.Gece Edmond uyurken mektubu açıp okur.



Daha sonra iki arkadaş Paris’e dönerler.Edmond geminin yeni kaptanı olmuştur.Hem bu haberin sevinci hem de içinde büyüttüğü özlemle nişanlısı Mercedes’e (Dagmara Dominczyk) koşar.Artık evlenmek için önlerinde bir engel kalmamıştır.Her şey harika gitmektedir.Ancak Fernand’ın başka planları vardır.Mercedes’i her zaman elde etmek isteyen ve Edmond’u kıskanan Fernand,can dostuna kazık atacak fırsatı ele geçirmiştir.Savcıya mektubu vererek Edmond’u Napolyon ajanı olarak gösterir.Edmond ne olduğunu dahi anlayamadan uzun süre kalacağı bir ada hapishanesinde bulur kendini.O günden sonra orada kaldığı yıllar boyunca tek bir şeyi düşünür:Hayatını karartanlardan intikam alacaktır.

Filme iyi yanlarından başlayalım.Bir kere hikaye sürükleyici.Alexandre Dumas öyle güzel bir roman yazmış ki bundan çok kötü bir iş çıkarmanız olanaksız.Film de bu vasıflara paralel olarak son derece hızlı ve tempolu başlıyor,hemen sarıveriyor sizi.Özellikle başlarda su gibi akıp gidiyor.Hikaye şekillendikçe bir Edmond Dantes fanatiği olup çıkıyor,onu sanki akrabanızmış gibi sahipleniyorsunuz.Yapılan ihanet karşısında hırslanırken,intikamını her aldığı sahnede keyifleniyorsunuz.Sürükleyicilik açısından laf yok.

Olumsuz yönlere değinelim biraz da.Yönetmen filmde sade ve abartısız bir işleniş tercih etmiş.Dumas’ın hikayesi beyaz perdede devleşebilecek bir potansiyele sahipken bu güç yeterince kullanılamamış.Sadece kendi parıltısıyla yetinilmiş gibi duruyor.Çok daha bilindik bir yönetmenin elinde(Fincher ilk tercihim),daha yüksek bütçe ile allanıp pullanarak projelendirilseydi bir başyapıt olabilirdi.

Yönetmen Kevin Reynolds karakterleri de yeterince derinleştirememiş.Daha çok hikayeye odaklanarak çalıştığı belli oluyor.Bu potansiyeldeki bir roman sinemaya aktarılırken ilk dikkat edilmesi gereken öğenin karakter derinliği olduğu unutulmuş gibi.Film 3 saat olsaydı da karakterler daha detaylandırılsaydı diyorum ben.İnce elenip sık dokunan sahnelerle birlikte çok ihtişamlı dururdu perdede.


Filmi bahsettiğim yönlerden eleştirsem de temposu ve sürükleyiciliği bu defoları kesinlikle kapatıyor.Benim üzüldüğüm nokta çok sevdiğim bu yapımın gerçek potansiyelinin kullanılamamış olması.

Bu filmle ilgili yazmışken Ezel dizisine değinmezsem olmaz.Ülkemizde iki sezon gösterilip bir efsane olan yapım,Monte Cristo Kontu’nun hikayesini neredeyse birebir olarak kullanmıştı.Dizi bu öykü çekiciliğiyle aldı yürüdü zaten.

Sonuç olarak dar bütçe ve düz yönetmen kurbanı olmasına rağmen başarılı bir film The Count of Monte Cristo.Defalarca izlesem de aynı heyecanı ve keyfi aldığım bir kaliteye sahip kendisi.Gönül rahatlığıyla tavsiye ederim.

12 Mart 2012 Pazartesi

TAHTIN OYUNLARI

“Kış geliyor.”


Güç,ihtiras,onur,entrika,hırs,savaş,yalan dolan...Bunların hepsini seviyor ve eski çağların fantastik diyarlarında gezinmeye de bayılıyorsanız Game of Thrones o eşsiz kapılarını size ardına kadar açıyor.Televizyon tarihinin en büyük şölenine hoş geldiniz.Taht oyunları sizi bekliyor...


Son yıllarda televizyonlara gerçekten güçlü işler gelmeye başladı.Özellikle kitaptan uyarlanan yapımlar revaçta ve başarılı da oluyorlar.Bu tarz yapımlar sinema filmi olunca eleştirilse de dizi gibi uzun soluklu çalışmalara aktarıldığında zaman kısıtlaması olmadığından daha etkileyici bir iz bırakıyor seyircinin üzerinde.Kitap içindeki derin anlatımlar dizilerde daha iyi yansıtılabiliyor.O yüzden bu tarz uyarlamaların yeni yeri artık televizyon oldu diyebiliriz.Biz de hiç şikayet etmiyoruz böyle güzel yapımları izlemekten.

Ama Game of Thrones geldiği anda bu yapımlar arasında adeta çığır açtı.Sanki yıllardır bir şey eksikti,biz bir şeyler bekliyorduk da,o geldiğinde “İşte tamam şimdi oldu” dedik.İnanılmaz kaliteli işlenişi,büyülü dünyası,derin karakterleri ve insanı içine çeken atmosferiyle Game of Thrones,çok başka bir manzara çıkardı ortaya.Son yıllarda bu kadar kaliteli bir yapımı televizyonda kesinlikle izlememiştik.Hele hele hikayenin esas adamı Eddard Stark rolünde Yüzüklerin Efendisi’nin Boromir’i Sean Bean’i görünce muhteşem bir yapımın bizi beklediğini anlamıştık.

Hikaye bir kuzey şehri olan Winterfell’in yöneticisi Lord Eddard Stark ve ailesinin etrafında şekilleniyor.Yedi krallığın kralı olan Robert Baratheon’ın,sağ kolunu kaybettikten sonra eski dostu Lord Eddard Stark’tan yeni sağ kolu olmasını istemek için Winterfell’e gelmesi ve Eddard Stark’ın bunu kabul edip yedi krallığın başkenti olan King’s Landing’e hareket etmesiyle olaylar gelişiyor.King’s Landing’de ise Stark ailesi,zengin,soylu ve bir o kadar da sinsi Lannister ailesiyle mücadele etmek zorunda kalıyor. Hikayeye yedi krallıktan biri olan Targaryenler ile göçebe barbar kavmi Doth’raki de katılınca taht oyunları başlıyor.

George R.R. Martin’in “Buz ve Ateşin Şarkısı” (A Song of Ice and Fire) romanından uyarlanan dizi,romanda olduğu gibi çok fazla karakteri içinde barındırmasıyla dikkat çekiyor.Lord Eddard Stark,eşi Catelyn Stark,kızları Sansa ve Arya Stark,oğulları Bran ve Robb Stark,piç oğlu Jon Snow (en sevdiğim karakter),kral Robert Baratheon,Lannister kardeşler Cersei,Jaime ve Tyrion Lannister,Joffrey Baratheon,Khalesi Daenerys Targaryen,Khal Drogo,Jorah Mormont,Petyr Baelish ve daha bir çok karakter.Hepsi de hikayede çok önemli yerlerdeler ve gerçekten inanılmaz derin anlatılıyorlar.Bir televizyon yapımının bu kadar çok karakteri bu kadar derin anlatabilmesi hem şaşırtıcı hem de takdir edilesi.Daha önce bu kadar iyisini görmemiştik.İlk başlarda bu çok karakterli dünya kafanızı karıştırsa da sonradan tüm taşlar yerine oturuyor ve bu şölenin keyfine doyamıyorsunuz.

Dizinin yapımcılığını artık kendini kanıtlamış HBO üstleniyor.Entourage ve True Blood gibi 2 sağlam yapımdan sonra Game of Thrones ile çıtayı artık çok daha fazla yükselttiler.Kısa süren sezonlarıyla HBO dizileri sektörü ele geçirdi diyebiliriz.

Bu harika yapımın ilk sezonu sona erdi ve yeni sezonun başlama tarihi 1 Nisan 2012.Muhteşem buluşmaya sayılır günler kala sabırsızlığım iyice artmış durumda.Televizyon tarihinin en iyi dizisi olduğunu kesinlikle söyleyebildiğim Game of Thrones’u takip edin derim.Yeni sezonla savaş kızışıyor,kış geliyor.Taht oyunları devam ediyor.

8 Mart 2012 Perşembe

KÜÇÜK ANLAR


Cehalet mutluluktur.”

Ufak bir gülümsemenin,mutluluğun ilk belirtisi olduğunu bilirdik bir zamanlar.Dudakların hafifçe yukarı doğru süzülmesini,dişlerin ışıldayarak kendini göstermesini.Sonra bu büyünün gözlere sıçramasını ve iki oval pencere içindeki manzaranın şakımasını da.Bunu sevdiğimizin gözlerinde görmenin verdiği farklı hazzı da hissederdik.Dünyanın en güzel ve huzur verici duygusunu küçücük bir anda paylaşırdık.

Peki en son ne zaman güldük biz?
En son ne zaman mutlu olduk?

Aslında hep arayıştaydık.Ne varsa elimizde didik didik ettik.Zevklerimizi,hırslarımızı,şanslarımızı.Daha iyilerini istedik.Arabanın daha pahalısını,evin daha konforlusunu,sevgilinin daha güzel ve anlayışlısını....Gün geldi bunları da elde ettik.Hoşumuza da gitti tabi.Fiyakamızı yaptık,havamızı attık el aleme.Ama bir an geldi,elimizdekilerden sıkıldık.Doymadık,doyamadık.Yaşadığımız ve elde ettiğimiz ne varsa hiçe saydık.Yenilerini aramaya başladık.Onlardan daha iyilerini…

Peki bunun sonunda ne bulduk? Koca bir sıfır! Dönüp geriye baktığımızda hiçbir anı elimizde tutamadığımızı fark ettik.Ve dönüp dolaşıp yine aynı soruyu sorduk kendimize.

“En son ne zaman mutlu olduk?”

Bu soru bize ne zaman ve kim tarafından sorulursa sorulsun durakladık.Düşünmek zorunda kaldık,hatırlamaya çalıştık.Geçici ve anlık mutluluklardan başka bir şey gelmedi aklımıza,o çabuk bıktıklarımızdan.Mutluluğumuzu kendi başımıza engellediğimizi anlayamadık.Sahip olma hissinin insanın en zararlı duygusu olduğunu fark edemedik.Kendi ürettiğimiz hırsların pençesinde birbirine dolanmış ayakkabı bağları gibi kördüğüm olduk.Daha çok para kazanmanın,daha iyi imkanlara sahip olmanın peşinde koşarken hayatın mucizevi anlarını kaçırır olduk.En son ne zaman güneşin doğuşunu izlediğimizi anımsayamadık.Ya da yemyeşil ovalarda özgürce koşuşturduğumuzu,masmavi okyanuslara bakarak hayale daldığımızı.En iyiye sahip olmak için kurulmuş bu düzenin çarkında ufalanmaktan hayattaki asıl mutluluğun bunlar gibi küçük anlarda saklı olduğunu görmemiz mümkün olmadı.Hayatın bize mutlu olmak için sunduğu sayısız fırsatı ve güzelliği kaçırmayı yeğledik bilerek.Çok şey bildik biz.Çok şey istedik.

Artık uyanmamızın vakti gelmedi mi? Kendimizi kandırdığımız,sanal hedeflerin gölgelediği o saf ve basit mutluluğa ulaşmak hala bu kadar zor mu? Dünya bizi başka şeylere zorlasa da,bunlara direnip ruhumuzun özgürlüğüne doğru koşmaya değmez mi bunca şey? Hatırlamamızın vakti gelmedi mi sizce;bir zamanlar bildiğimiz,daimi mutluluğun ufacık bir gülümsemede hapsolmuş olduğu gerçeğini.Kendinize yalan konuşmadan,dürüstçe durarak.Söyleyin hadi.Henüz o vakit gelmedi mi?..


4 Mart 2012 Pazar

PORTRE : HOLLYWOOD’UN DAHİSİ CHRISTOPHER NOLAN



Film çekmek dünya üzerinde yapılabilecek en güzel işlerden biridir kesinlikle.Beyinlerden kamera önüne akan bir fikri canlandırmak,bir dünya yaratıp hikayeye yön vermek muhteşem bir şey olmalı.İşte bunu en iyi şekilde başaranlardan biri Christopher Nolan.Sadece yönetmen değil eşsiz bir senarist ayrıca.Kurgu konusunda ustalaşmış,filmlerinde yarattığı dünya ve atmosfer sayesinde izleyiciyi içine çekmeyi her seferinde başarmış bir İngiliz.Çektiği 7 filmden 5’i IMDB Top 250 listesinde bulunan bir isim.Anormal,yenilikçi,sıra dışı,yaratıcı...Kimse Hollywood’un bu yeni prensine boşuna dahi demiyor anlayacağınız.

Şu sıralar adından en çok söz ettiren yönetmen olan Nolan 30 Temmuz 1970’de Londra’da doğdu.Babası İngiliz bir reklam yazarı,annesi Amerikalı bir hostesti.Yönetmenlik küçük yaşlarda ilgisini çekmeye başlamıştı.7 yaşındayken babasının kamerasıyla ilk kısa metrajlı filmini çekti.O zaman karar vermişti.Eğitimini de bu yönde alacaktı.

Orta öğrenimini Haileybury and Imperial Service College’de tamamladıktan sonra lisans eğitimi için University College London’a geçti.Burada İngiliz Edebiyatı okudu.Yönetmenlik ve senaristliğe iyice alışmaya başlamıştı.Okulda sürekli kısa metrajlı filmler çekiyordu.İleride adından çok söz ettirecek bir yönetmene dönüşmesinin tohumları atılıyordu.Sırada ilk uzun metrajlı film deneyimi vardı artık.
 

1997’de film prodüktörü Emma Thomas ile evlenen Christopher Nolan kafayı Graham Swift’in “Waterland” eserine takmıştı o sıralar.Romandaki “eşzamanlılık” öğelerine -bunun etkilerini kendisinin tüm eserlerinde görebiliyoruz zaten- kafa yoruyordu.Nolan eser üzerine yoğunlaşmışken bir gün evine hırsız girdi.Bu olaydan etkilenen yönetmen ilk özgün senaryosu olan Following’i yazdı.Hikayesinde işsiz bir yazarın,insanların evlerine gizlice girip hayatlarının ayrıntılarını çalmasını anlatıyordu.1998 yılında ise bu hikayeyi beyaz perdeye aktararak ilk uzun metrajlı filmini çekti.

Following’de Nolan’ın şimdiki tarzını göremiyorduk tam.Onun sıra dışı aklının yapabilecekleri bunların çok daha ötesindeydi.O da bunu biliyor ve herkese dehasını göstermek istiyordu.İşte Christopher Nolan’ın adını tüm dünyaya duyurduğu yapım o dönemde hayat buldu:Memento.

2000 yılında “Memento Mori” isimli kısa hikayeden beyaz perdeye uyarladığı Memento,sinema tarihinin en sıra dışı filmlerinden biri oldu.Nolan’ın hikayeyi tersten anlatarak muhteşem bir kurgu başarısı gösterdiği filmin yankıları tüm dünyayı sardı.Yönetmenin dehası hakkında ilk o yıllarda konuşulmaya başlanmıştı.

Memento sayesinde artık tüm dünya tarafından tanınan yönetmen 2002’de daha önce Norveç versiyonu yapılmış,Al Pacino,Robin Williams ve Hilary Swank’in yer aldığı Insomnia filmini tamamladı.İki Los Angeles cinayet masası dedektifinin 17 yaşındaki bir kızın öldürülmesini araştırdığı yapım ilgi gördü fakat insanlar hala Memento’nun sarsıcı etkisindeydi ve yeterince tatmin olmadı.
 

Ve Christopher Nolan bu filmden sonra kafasındaki çılgın projeyi hayata geçirmek için kolları sıvadı.Hedefte bu sefer çok daha dikkat çekici birinin hikayesi vardı:Bruce Wayne,yani nam-ı değer Batman.Daha önce 2 farklı yönetmen tarafından sinemaya aktarılan bu süper kahraman hikayesi özellikle Joel Schumacher’in çektiği filmlerle adeta mundar edilmişti.Batman’in karizması yerle bir olmuş,ağır başlı bir kahraman yerine tam bir şaklaban olmuştu.Bu nedenle Batman projesi son derece riskliydi ancak birinin Bruce Wayne’e kaybettiği itibarını geri kazandırması şarttı.Bunu yapacak kişi de Christopher Nolan’dan başkası değildi.

Üç filmlik bir seriden oluşacak Batman projesinin ilk ayağı olan Batman Begins 2005 yılında gösterime girdi.Usta oyuncuların bir araya toplandığı yapım özlenen Batman’i geri getirmekle kalmadı,daha da öteye taşıdı.Suçla mücadelenin en büyük simgesi hak ettiği yeri nihayet bulmuştu.Eski versiyonlardaki renkli ve esprili yapı yerini olması gereken karanlık atmosfere bırakmıştı.Yenilikçi yönünü çok iyi gösteren Christopher Nolan bu işin de altından başarıyla kalktı.

Batman Begins’den yalnızca bir sene sonra,2006’da benim sinemaya bakış açımı değiştiren filmi yaptı:The Prestige.Christopher Priest’ın romanından uyarlanan ve iki ilizyonist arasındaki rekabeti anlatan film tam anlamıyla başyapıt mertebesine yükseldi.Oyunculukları,karanlık atmosferi,kusursuz kurgusu ve eşsiz finaliyle o zamana kadar yapılan en kaliteli eserlerden biriydi.Yüz kere de izlense tüyleri diken diken eden,hep aynı muhteşem hissi veren nadir filmlerdendi.Nolan,The Prestige’le herkese uyarlama senaryo nasıl olur gösterdi.Film benim için hala kainatın en iyisi ve bu yeri bir başkasının alması çok zor.
 

Artık Christopher Nolan kendini herkese kanıtlamıştı.Ne zaman film yapacağı merakla beklenir oldu.İsmi en büyük yönetmenlerin yanında hatta önünde zikredilmeye başlandı.Dev bir isim olmuştu ve yürümeye devam ediyordu.

2008 yılında sıra tekrar Batman’e gelmişti.Serinin ikinci filmi The Dark Knight duyurulduğunda yer yerinden oynadı.İlk geldiği gün gösterime girdiği ülkelerin salonlarında izdiham yaşandı.The Dark Knight’ı izleyen herkes onun sadece bir süper kahraman filmi olmadığını gördü.Bundan çok daha öteydi.Nolan bu hikayeyi başka bir boyuta taşıyor,yeni bir başyapıt yaratıyordu.90’larda yerin dibine sokulan bir ucubeyken Nolan’la herkesin tüylerini diken diken eden bir efsaneye dönüşmüştü artık.Durdurulamazdı.

2010 senesinde ise ortalığı karıştırmak için geri döndü başarılı yönetmen.Bu sefer hepsinden farklı ve sarsıcı bir yapımla geliyordu.Tozu dumana katmak ve insanların kafalarını allak bullak etmek vardı aklında.Yeni filminin adı Inception’dı.O zamana kadar yapılmışlar arasındaki en farklısı buydu.Uzun süredir hayata geçirmeyi planladığı,tepeden tırnağa kendisinin yazdığı bilim kurguyla karışık bir maceraydı bu.Rüyalar üzerine kurulu bir macera.Nolan Inception’la öyle bir dünya yarattı ki,filmi izleyenler günlerce etkisinden kurtulamadı.Üzerinde teoriler ve tahminler yürütüldü,günlerce felsefesi tartışıldı.Usta yönetmen sıra dışı işlerine bir yenisini eklemişti.Artık tüm dünya Christopher Nolan diyor başka bir şey demiyordu.

Şu günlerde ise bu dahi adam Batman projesinin son filmi “The Dark Knight Rises” üzerinde çalışıyor.Yapım Temmuz ayında gösterime girecek.
 

Christopher Nolan filmlerinde aynı öğeler üzerinde duran,kendine has bir yönetmen.Hikayelerini ustalıkla kurgulamayı artık çocuk oyuncağı haline getirmiş durumda.Kafa karıştırmayı çok seviyor.İnsanların akıllarının çalışmasını ve meşgul olmasını hedefliyor.Twistler ve gizem her eserinde mevcut.Ama benim Nolan’ı asıl sevmemin sebebi filmlerinin hepsinde karanlık bir atmosferin hakim olması.Film noir tarzına yaklaşan,kasvetli havanın var olduğu dünyaları yaratmayı çok iyi başarabiliyor.Bütün filmlerinde bunu görebiliyoruz.Örnek vermek gerekirse Gotham City’i kafamda nasıl canlandırdıysam aynen o şekilde yaratmış,kasvetli ve can sıkıcı.Karanlık bir atmosferin gerekli olduğu yerlere o kadar dozunda dokunuyor ki hayran kalmamak elde değil.Sonuç olarak şaşırtmacalı kurgular,gizem ve karanlık atmosfer Nolan’ın tarzı ve işi.

Gelelim bu deha ile ilgili bilmediğimiz bir kaç yöne.Kendisi renk körü,kırmızı ve yeşili göremiyor.James Bond’u çok seviyor ve onun bir filmini çekmek istiyor.Stanley Kubrick ve Ridley Scott hayranı.Ayrıca 3 boyutlu film teknolojisi gözlüklerden kurtulana kadar böyle bir film çekmeyeceğini açıkladı.Kısacası bu tarz filmlere karşı.

Christopher Nolan yönetmen ve senarist olarak tam bir dahi.Eline aldığı her türlü projeyi başyapıt yapabilmekte.Eğer o bir film çekmişse hiç düşünmeden gidilir,orası kesin.Yaşayan yönetmenler içinde benim için en iyisi ve öyle kalmaya devam edecek.Akademi ne kadar hakkını yese de izleyicileri onu gereken yere çoktan koydu.”In Nolan,we trust” diyerek yazıyı sonlandırıyorum.

3 Mart 2012 Cumartesi

2 MİM BİR ARADA

Sürekli takip ettiğim sevgili blog yazarları sağ olsun beni mimlemişler yine.Geçen haftadan beri 2 tane mimim birikti.Şimdi hızlıca bunlara cevap vereyim.


EN SEVDİKLERİM MİMİ


Sevgili ofelya mimlemiş beni bu konuda.Bazı sorulara cevap veriyoruz.Biz de bakalım neler varmış.




En sevdiğin şeyler nelerdir,nelerden hoşlanırsın?

Tabi ki en başta sinema.Tam bir sinema aşığı olduğumu zaten bilmeyen yok.Dünya üzerinde beni bu sanat dalı kadar mutlu eden şey çok az.Sadece film izlemekle değil inceleme yapmak,fikir yazmak,oyuncu biyografileri ve sinema tarihi gibi konularla da çok ilgiliyim.Onların yeri ayrı.Bunun dışında yazmak en büyük tutkularımdan biri.Okumayı ve yazmayı söktüğümden beri yaşıtlarımın aklına gelmeyecek şekillerde yazmaya başlamış biriyim.İlk okul 2. sınıfta küçük öyküler ve çizgi romanlarla başlamıştım yazmaya.Şu anda ise bitirmeye çalıştığım romanlarım ve projelerim var.Kendimi bildim bileli yazıyorum.Blog dünyasına geç düştüm ancak daha başlamadım bile diyebilirim.

Fantastik dünyalara aşık biriyim.Fantastik edebiyat ve masaüstü rol yapma oyunları ile çok ilgiliyim.Özellikle Dragonlance (Ejderha Mızrağı) kitaplarının fanatik okuyucularındanım.Fantastik edebiyat dalında 3 kitaplık 2 seri yazmaktayım şuan.

Grafik tasarıma ilgim çok büyük.Photoshop'un yanında bazı çizim ve baskı programlarını kullanıyorum.Zamanımın bir bölümünü bunlarla ilgilenerek geçiriyorum.Onun dışında bilgisayar oyunları ve müzik vazgeçilmezlerim.İyi bir kulağa sahip olduğumu düşünüyorum.Arada söz yazıp,beste yapıyorum kendi çapımda.50’nin üzerinde böyle çalışmam var.

Kısaca bunlar deyip geçelim.

Bilgisayarda vaktini neler yaparak geçirirsin?

Yukarıda dediğim gibi photoshop ve çizim programlarıyla çok vakit geçiriyorum.Onun dışında oyun oynamak,film izlemek,internette dolaşıp araştırma yapmak sevdiğim şeyler.Şu sıralar ise en çok bloglarımda vakit geçirmekteyim.

En sevdiğin filmler nelerdir,izlediğin veya hafızanda kalan,kesinlikle izleyin dediğiniz filmler?

İlk önce şuradan en beğendiğim 10 filmi bir okutayım size.Bunlar arasında The Prestige’in yeri bende bambaşka.Hiçbir yapımın onun yerini alacağını sanmıyorum.Daha iyisini izlemem olanaksız gibi.Olursa da ancak Nolan başarır bunu.

Sevdiğim filmleri toptan yazarsak:The Prestige,The Dark Knight,Batman Begins,V For Vendetta,Inception,Oldboy,Schindler’s List,Donnie Darko,Fight Club,Rocky,Usual Suspects,12 Angry Men,Memento,The Machinist,Eternal Sunshine of the Spotless Mind,L.A. Confidential,Black Swan,Scarface,The Godfather,Forrest Gump,Starwars serileri,The Last Samurai,Léon,Temmuz’da,Training Day,3:10 to Yuma,Revolutionary Road,Slumdog Millionaire,The Shawshank Redemption,The Blair Witch Project,American Psycho,A Beautiful Mind,The Departed,The Italian Job,Blood Diamond,A Clockwork Orange,Seven Pounds,The Count of Monte Cristo,Equilibrium,Harsh Times,Rosemary’s Baby,The Social Network,The Thirteenth Floor,Amores Perros,American History X,Cidade de Deus,Inglourious Basterds,Spy Game,Ah Nerede,11:14,Cloverfield,Babel,City of Angels,Saw,The Hangover,The Mask,Identity,500 Days of Summer

Şu sıralar almak istediğiniz şeylerin listesini yapsanız bunlar neler olur?

Bu aralar almak istediklerim hep teknolojik.Bir adet Macbook Pro düşünüyorum ama zor bir ihtimal şu an.Masaüstü bilgisayarımı da yenilemem gerekiyor.Ipad alma vakti de geldi ayrıca.

Heh bir de yaza İspanya vizesi ile Barselona’ya uçak bileti lazım.

Şu sıralar en çok dinlediğiniz şarkılar? 3 tane.

1.Maroon 5 ft. Christina Aguilera – Moves Like Jagger
2.Lady Gaga – Marry the Night
3.Mizuki Nana – Wild Eyes (Özlemişim uzun süredir)


Bu konuda mimlenecek kimse kalmamıştır herhalde.İsteyen kendini mimlenmiş sayabilir:)



5 SORULUK MİM





Burada yine ofelya ve biricit tarafından mimlenmişim.5 tane soru geliyor karşıma,ben de cevaplıyorum.


1-Hayatınız filme çekilse adı ne olurdu ve soundtrackinde hangi şarkılar yer alırdı?

İsim zor bir soru.Gerçek hayatta dolaşmaktansa kendi yarattığım hayal dünyasında olmayı sevdiğim için “Hayallerin Peşinde” olabilir mesela.Revolutionary Road filmini de bu isimle gösterime sokmuşlardı Türkiye’de.O filmle benzerlikler taşımıyor değil.

Soundtrack listesine bakarsak hem hareketli ve gaz,hem de duygusal şarkılar var:

Fort Minor – Remember the Name
Doves – The Man Who Told Everything
Uh Huh Her – Dreamer
Within Temptation – Aquarius
Within Temptation – What Have You Done ?
Philippe Sarde – Martini Dry
Safura – Drip Drop
Celldweller – Frozen
Evanescence – Whisper
Evanescence – Haunted

2-Bir şeyleri değiştirme gücünüz olsa, neyi ya da neleri değiştirirdiniz?

Kesinlikle mezun olduğum üniversiteyi ve bölümü değiştirirdim.Asla fen bölümü seçip mühendis olmazdım.Sosyal seçip Sinema ve Televizyon ya da Reklamcılık okurdum.Hep içimde kalacak.

3-Sizi en çok etkileyen sinema sahnesi ya da sahneleri?

Bu soruyu sevdim.Hemen cevaplayalım.


The Prestige – Bu insanüstü filmin istisnasız her sahnesi.Hepsi ustaca hazırlanmış ve çekilmiş.

Schindler’s List – Filmin sonunda Oscar Schindler’in muhteşem ağlama ve isyan sahnesi.

The Dark Knight – Rachel’ın Joker’e tekme atmasının ve Joker’in ona “İçinde şiddet var.Bunu sevdim.” demesinin ardından Batman’in aniden arkadan çıkıp “O zaman bana aşık olacaksın” diyerek lafı koyduğu sahne.



Oldboy – Dae-su’nun Woo-jin’e yalvarıp kendi dilini kestiği sahne.

American Psycho – Patrick Bateman’in cinayet işledikten sonra yüzüne sıçramış kanla delirmiş gibi güldüğü sahne.

The Shining – Jack Nicholson’un banyo kapısını baltayla deldikten sonra başını delikten içeri sokup güldüğü sahne.

Troy – Achilles’i canlandıran Brad Pitt’in,kuzeninin öldüğünü anladığı andaki muhteşem oyunculuğu ve bu oyunculuğun bulunduğu sahne.

Fight Club – Edward Norton’un Brad Pitt’e minibüsün yanında ateş ettiği sahne ve bar dışındaki ilk kavga sahnesi.

The Godfather – Marlon Brando’nun konuştuğu her sahne.

Star Wars- Episode 5’de Luke düşmemek için tutunurken Darth Vader’ın elini uzatıp onu ikna etmeye çalıştığı sahne.Episode 1’deki Darth Maul,Obi-Wan ve Qui-Gon’un dövüş sahnesi.Episode 3’de Anakin ve Obi-Wan arasında geçen dövüş sonrası diyalog sahnesi.

Equilibrium – Ellerde silah varken yapılan tai-chi yakın dövüş sahnesi.Görülebilecek en güzel dövüş sahnesidir.

V For Vendetta – Filmin başında V’nin sadece “v” harflerinden oluşan kelimeler kullanarak kendini tanıttığı ve Natalie Portman ile dans ettiği sahneler.


4-Yaşadığın şehir bir günlüğüne yalnızca sana tahsis edilmiş, senden başka hiç kimse yok. Ne yaparsın?

İstanbul’da yaşıyorum ve burada en çok yapmak istediğim şey bir helikopterle tüm şehrin üzerinde süzülmek.Filmlerde arada sırada rastladığımız şahane manzaralı sahneleri bir de gerçek olarak tecrübe etmek isterdim.

5-Şu sıralar ilgiyle takip ettiğiniz diziler?

Başta Game of Thrones.Televizyonların gördüğü en kaliteli dizi.Yeni sezona bir ay kaldı.Heyecan içinde bekliyoruz.

True Blood – Hastasıyız.5. sezonu bekliyoruz.

One Tree Hill – Neredeyse birlikte büyüdüğüm dizi dokuzuncu ve son sezonuyla bu yıl noktalanıyor.Bir yıldız daha kayacak.Üzgünüz.

Gossip Girl – Takibe devam ettiklerimizden.

Spartacus – Andy Whitfield’ın ölümünden sonra eski tadı vermese de takip ediyorum.

Alcatraz – Beklediğimi bulamasam da başladım diye takip ediyorum.

Fringe – Artık bıraktım.

Kuzey Güney – İzlediğim tek Türk dizisi.Son derece başarılı.Çarşamba günleri iptalim.

Bununla ilgili birkaç kişiyi mimleyebilirim belki.




Mimlerimiz sona erdi.Hep beraber dağılabiliriz.