30 Ocak 2012 Pazartesi

SİNEMADA İZLEDİĞİM FİLMLER – OCAK 2012

Yeni yılın ilk ayıyla birlikte sinema maratonumuz yoğun bir şekilde devam etti.Mutfaktan taptaze çıkmış yapımlar birer birer vizyona girdiler.Biz de kayıtsız kalmadık tabi.Haydi Ocak ayına bir bakalım,neleri izlemişim.



The Rum Diary – Tutku Günlükleri : Yüksek beklentiyle gidip büyük hayal kırıklığına uğradığım bir film oldu bu.O kadar gösterişsiz ve albeni yoksunu ki,yer yer uyuyakaldım diyebilirim.Filmin teması 1950’lerde New York’lu bir gazeteci olan Paul Kemp’in (Johnny Depp) Amerika’daki hayatını bırakıp Porto Rico’da bir gazetede çalışmaya başlaması ve burada yaşadıkları üzerine kurulu.Kemp ada kültürü ile burada yaşayan yabancılar arasındaki dengeyi kurmaya uğraşırken,gazetedeki Amerikalı sütü bozuklardan da kendini korumaya çalışıyor.Film çok sıradan.Dediğim gibi gösterişsiz ve albenisiz.Nereye varmak,ne anlatmak istediği belli değil.Komedi temelli senaryosu bunu başarmaktan çok uzak ve vasat.Johnny Depp için bile çekilmez.Filmin tek izlenebilir yanı insan olduğundan şüphe ettiğim muhteşem güzellik Amber Heard.Gerisi boş,para israfı.Ancak evde izlenir.











Zenne – Dancer : Zenne bu ayın hoş filmlerinden.Zennelik yapan Can,ailesinin doğudan büyük şehre okumak için gönderdiği Ahmet ve gezdiği ülkeleri fotoğraflayan Alman Daniel’in imkansız dostluğu anlatılmaya çalışılıyor yapımda.Bu üçlünün ortak yanı ise cinsel tercihleri.Böyle derin bir konuyu ele alan film bence başarılı olmuş.Özellikle ikinci yarısıyla ağırlaşarak etkileyici bir drama dönüşmekte.Yaşadığımız toplumda bu tercihler yüzünden ne kadar zor şartlarla karşılaşıldığını çok güzel gözümüze sokuyor bir kere.Toplum baskısının bu insanların hayatlarını nasıl kısıtladığını,nasıl zehir ettiğini görüyoruz.Aslında ne kadar yalnız olduklarını,birbirlerinden başka tutunacak ve güvenecek kimseleri olmadığını anlıyoruz sonunda.Senaryo güzel,oyunculuklar harikulade.Homofobik karaktere sahip olanların bile seveceği bir film Zenne.Gerçek bir olaydan esinlenilmiş bu yapımı gönül rahatlığıyla izleyebilirsiniz.










The Girl With The Dragon Tattoo – Ejderha Dövmeli Kız : Çok uzun süredir beklediğim filmlerdendi kendileri.Geçtiğimiz yılın Ekim ayında filmle ilgili bir tanıtım yazısı da yazmıştım.İsveçli yazar Stieg Larsson’un kaleme aldığı Millenium üçlemesinin ilk kitabı olan Ejderha Dövmeli Kız,dünyada çok ses getirmiş ve diğer kitaplarla birlikte İsveç yapımı olarak beyaz perdeye taşınmıştı.Dünyaca tanınan yönetmenlerden biri olan David Fincher ise bu ünü çok önceden duymuş ve filmi Hollywood’a uyarlamayı kafasına koymuştu.Yapım Araştırmacı-Gazeteci Mikael Blomkvist ve gizemli kız Lisbeth Sandler’ın kendilerini yıllar önce kapanmış bir cinayet davası araştırmasının ortasında bulmalarını anlatmakta.Çıkardığı işlerden hiç kuşku duymayacağımız Fincher,yine güzel bir eser ortaya koymuş fakat İsveç yapımı filmin çok da dışına çıkmamış.İlk versiyonun çekildiği mekanlara sadık kalarak aynı yerleri kullanan yönetmen sayesinde filmi izlerken hiç yabancılık çekmedim.Yapımın kritik ve akılda kalıcı sahnelerinde orijinaline göre bir takım nüanslar beklesem de bunu yakalayamadım açıkçası.Yine de tek başına bakıldığında çok başarılı bir film olduğunu söylemek doğru olur.İsveç yapımı filmi izlemediyseniz çok iyi bir iş çıkarıldığını fark ediyorsunuz.Karanlık ve gizemli atmosferiyle,hiç düşmeyen heyecan dolu temposu izleyiciyi hep tetikte tutuyor.Oyunculuk konusunda ise başroldeki Rooney Mara son derece iyi bir iş çıkarmış ancak Daniel Craig için aynısını söyleyemeyeceğim.Zaten bildim bileli beğenmem kendisini.Bu kalibredeki bir yapımın adamı değil.Son bir uyarı vermek gerekirse filmi çok geç matinelerde izlemeyin zira 160 dakika sürüyor.Bu yapımla ilgili Ekim ayındaki tanıtım yazımı ise buradan okuyabilirsiniz.








The Iron Lady – Demir Leydi : Fransız ve İngiliz yapımı bir dönem filmi.2 Nisan 1982’de İngiltere ve Arjantin arasında patlak veren Falkland Savaşı sırasında İngiltere’nin başında bulunan demir leydi Margaret Thatcher’ın yaşadıklarını beyaz perdeye aktaran yapım,erkeklerin sözünün geçtiği bir dönemde güçlü bir kadının nasıl dünyaya kafa tuttuğunu gözler önüne seriyor.Konuya Thatcher'ın İngiltere'nin başına geçiş öyküsü ile giriş yapan film açıkçası bana çok çekici gelmedi.Diğer dönem filmlerinde görebileceklerimizden farklı bir şey sunmuyor.Yer yer ağır ilerleyen temposu izleyiciyi olaydan koparabiliyor.Politikayla ilgili olmayanları sıkabilecek bir yapım.Filmin en çok dikkat çeken yanı tabi ki başroldeki Meryl Streep.Hatta filmin usta oyuncuya bir Oscar daha getirmesi için çekildiğini düşünmedim değil.Başrolde ondan başkası olamazdı kesinlikle.Sözün özü evde izlenebilecek  bir yapım.Hele dönem filmleri ilginizi çekmiyorsa hiç size göre değil.








Bu filmlerin dışında Melancholia’yı izleyemediğim için üzüldüm.Gitmek için ayın son haftasına bıraktığım bu filmin Anadolu Yakası’ndaki tüm sinemalarda gösterimden kalktığını acı da olsa öğrendim.Onu da evde izlemek nasip olacak diyelim.Önümüzdeki ay yeni filmlerle görüşmek üzere şimdilik hoşça kalın.

24 Ocak 2012 Salı

İZMİR BURNUMDA TÜTER

2009’un Aralık ayıydı.Askerliğim nereye çıkacak diye beklediğim zamanlardı.Sonuçların belli olacağı gün bilgisayar ekranı başına çivilenmiştik ailece.Açıklanan sonuçla istikametim İzmir olmuştu.3. Kara Havacılık Alay Komutanlığı’na düşmüştüm.İşte 5 buçuk ayımın geçeceği İzmir’le ilk adam gibi tanışmam o zaman oldu.


Küçükken Çeşme’siyle,Foça’sıyla çok haşır neşir olduğum bu şehrin merkezine hiç gitmemiştim.Teslim olacağım gün babamla bindiğimiz İzmir uçağı,Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan kalkıp Adnan Menderes Havalimanı’na inmişti.Askerlik görevimi yapacağım alay havalimanına çok yakın olan Gaziemir’deydi ancak ben daha gitmeye hazır değildim.Son dakika teslim olmayı tercih etmiştim doğal olarak ve bunun için önümde yaklaşık 5 saatim vardı.Özgürlüğümün son saatlerinde şehri gezmek için kiraladığımız arabayla yola koyulduk.

İşte İzmir aşkım daha bu ilk dakikalarda başlamıştı.Yavaş yavaş şehrin kalbine inerken sanki içim rahatlamıştı,keyfim yerine gelmişti.En tepeden tüm İzmir’i ayaklarımın altında görebiliyordum.O nasıl büyülü bir manzaraydı öyle! Deniz kıyısında sanki bir mücevher duruyordu sakince.Güneşin ışıkları altında safir maviliğinde parıldıyordu.Hem gösterişli hem de çok duruydu.



Deniz seviyesine indiğimizde ilk olarak Konak karşıladı bizi.Sahil yolundan Alsancak’a doğru hareket etmeye başlamıştık.Ben gözlerimi çevreden alamıyordum.İstanbul’daki keşmekeşlikten ve kozmopolitlikten eser yoktu burada.Düzen her yere hakimdi.İzmir’de olduğumu bilmesem Avrupa’nın göbeğinde olduğumu sanırdım.Yollar güzel,binalar güzel,çevre güzel kısacası her şey güzeldi,harikaydı.O an dedim ki kendi kendime,”askerlik maskerlik ama ben doğru yerdeyim arkadaş”.

Sonra teslim olduk,yerimize alıştık falan filan derken ilk ayı bitirdik.4 hafta boyunca alaydan dışarı adım atamayan bizler,yemin töreniyle birlikte 2 buçuk günlük evci iznine kavuşacaktık.Törenin bitmesiyle hepimizi salıverdiler.İstanbul’dan gelen annem,babam,teyzemler ve kuzenimle özgürlüğün tadını çıkarmaya başlamıştım artık.Önce güzel bir öğlen yemeği,ardından Konak’taki otelimize varış.Biraz burada dinlendikten sonra İzmir’in ışıltılı gecesine doğru yol almaya başladık.Alsancak’ta güzel bir restoranda yemek yedikten sonra (şu an restorandın adını hatırlayamadım) kafeleri ve kalabalığıyla İstiklal Caddesi’ni andıran,meşhur Kıbrıs Şehitleri Caddesi’nden Kordon’a indik.Tek kelimeyle muhteşem bir manzaraydı.Yeni girilen yıl için hazırlanmış yılbaşı süslemeleri hala yerlerinde olduğundan gece bambaşka renklenmişti.O gece Kordon’da içtiğim nargilenin tadını hala başka yerde alamadığımı da söylemeliyim.İzmir gecesiyle de beni büyülemişti.Ayrılmak istemesek de tıpış tıpış alayın yolunu tutmuştuk yine.


Günler hatta aylar geçti.Çıktığımız çarşı izinleri sayesinde artık İzmir’in her noktasını ezberlemiştik.Çarşı dışında araç muhafızı olarak da gezmiştik her yeri neredeyse.Konak’ın Konak Pier’i,Karşıyaka’nın sahili,Kordon’un kafeleri,Balçova’nın Agora’sı,Alsancak’ın Kıbrıs Şehitleri Caddesi.Göztepe,Gaziemir,Bornova,Güzelyalı,Çiğli.Gitmediğimiz,girmediğimiz delik neredeyse kalmamıştı.Bir tek garnizon dışı diye Çeşme’ye gitmemiştim,o yememişti ancak oraya da giden arkadaşlarımız olmuştu.Yine de her yerini biliyordum artık bu şehrin.Ve ben bildikçe daha da alışıyordum bu güzelliğe.Dönüşü zor olacaktı,belliydi.

Nöbet yerlerimiz de sivildeydi bizim.Askeri lojmanlara gidiyorduk bu görev için.Lojmanların bir metre yanında Kız Meslek Lisesi vardı.Ne gırgır olurdu nöbetler.Kızlar teneffüs ziliyle camlara çıkıp bizleri gözlerlerdi.Kağıda numara yazıp camdan atanlar olurdu.Nöbet sırasında duvarın arkasındaki sokakta durup sohbet ederlerdi.O yüzden nöbetlerimiz son derece eğlenceli geçerdi.Ancak yeri geldiğinde de koyardı.Özellikle havalar ısınıp gençler özgürce İzmir sokaklarında dolaşırken,siz elinizde tüfekle o bahçeye hapistiniz.İzmir böyle de can acıtırdı.Başka yerde olsa belki bu kadar koymazdı ama bu güzel şehrin gecesinde özgür olamamak içimi yakardı.



Ve sonunda takvimler Mayıs 2010’u göstermişti.Büyüklerimizin dediği gibi sayılı gün çabuk geçmiş,askerlik bitmiş ve aşık olduğum şehirden ayrılma vakti gelmişti.Ben bu şehri askerken sevebilmiş,aşık olmuştum.O zaman anladım ki hakkında söylenen her şeyi hak etmişti.Şehir o gün beni göndermiş ama bir sevgili kazanmıştı.Ona olan tutkusunu hiç kaybetmeyecek bir sevgili.

Aradan iki sene geçti ve ben İzmir’e hiç dönmedim.Şu günlerde deli gibi burnumda tütüyor.Türkiye’de İstanbul dışında yaşayabileceğim tek yer orası ve ben bir gün orada yeni bir hikaye yazacağım,buna inanıyorum.İstanbul’dan sonraki ikinci evim ve aşkıma iki çift laf etmeden de yazımı bitiremeyeceğim.Ey güzeller güzeli şehir.Biraz daha sabret,en kısa zamanda yanında olacağım.Beni biraz ısıtacağın zaman,şimdi değil.Ve bu sefer geldiğimde ayaklarımda prangalar yerine ellerimde özgürlüğüm olacak.Sana söz,kavuşacağız.

20 Ocak 2012 Cuma

HAFTA SONU GERİLİM FİLMİ KUŞAĞI

Odayı karartıp yorganı ağza kadar çektikten sonra izlenen gerilim filmlerinin tadı bambaşkadır.Bazen o kadar gerilirsiniz ki,en ufak bir hareket veya ses sizi tedirgin etmeye yeter.Bulunduğunuz oda güven vermemeye başlar,paranoyaklaşırsınız.İşte ben de,belki aranızda hafta sonu için bu duyguları yaşayıp gerilmek isteyenleriniz vardır diye iki adet gerilim filmi seçtim.Son yıllarda adam akıllı gerilim filmi izleyemediğimizi göz önüne alırsak diğerlerine oranla daha ön plana çıkan seçimler oldu bu ikisi.Özellikle konu olarak birbirine benzer filmler.Beğeneceğinizi umarak incelemeye başlayalım.



Secuestrados :

Türkçe adı: Dehşet Evi
Yapım: İspanya,Fransa
Gösterime girdiği sene: 2010
Türkiye’de gösterime girdiği sene: 2011
Tür: Korku,Gerilim
Yönetmen: Miguel Angel Vivas
Senaryo: Miguel Angel Vivas,Javier Garcia
Oyuncular: Fernando Cayo,Manuela Velles,Ana Wagener
Süre: 85 dk.
IMDB puanı: 6.4/10
IMDB Top 250 sırası: Yok
Metacritic puanı: 49/100
Rotten Tomatoes puanı: 33/100
Beyaz Perde puanı: 2.8/5
Divx Planet puanı: 5.5/10
Benim puanım: 7.3/10



İspanyol yapımcıların gerilim işini iyi kotardıklarını düşünüyorum.Secuestrados da o işlerden biri.Dünyada “Kidnapped” adıyla gösterime giren yapım,çekimleri ve atmosferiyle son zamanlarda izlediğim en başarılı gerilim filmi oldu.Özellikle sonuyla sizi yerinize çiviliyor.

Varlıklı bir anne-baba olan Jaime (Fernando Cayo) ve Marta (Ana Wagener),kızları Isabel (Manuela Velles) ile birlikte yeni bir eve taşınırlar.Ancak bu yeni yerde her şey çok kötü başlar.Eve yerleşmeye çalıştıkları ilk gece üç maskeli yabancı tarafından baskına uğrarlar ve rehin alınırlar.Adamların amaçları bu zengin aileyi soymaktır.Soygunculardan biri,ailenin tüm kredi kartlarını boşaltmak için Jaime ile birlikte gece yarısı bankaya gider.Evde rehin tutulan Marta ve Isabel ise hayatta kalabilmek için diğer soyguncularla kıyasıya bir mücadeleye girmek zorunda kalırlar.


Film kesinlikle geriyor.Özellikle dinamik kamera çekimleri sayesinde sanki olayın içindeymişsiniz gibi hissediyorsunuz.Son derece gerçekçi olmuş.Yaratılan atmosfer de çok başarılı.Tempo bir an bile düşmüyor.Filmin beklenmeyen sonu ise noktayı çok güzel koyuyor.Ben uzun süre etkisinden kurtulamadım diyeyim size.

Kesinlikle verilen düşük puanlara aldırmadan izleyin diyeceğim bir yapım.Daha önce de söylediğim gibi son zamanların en başarılı çalışmalarından.



The Last House On The Left :

Türkçe adı: Soldaki Son Ev
Yapım: ABD
Gösterime girdiği sene: 2009
Türkiye’de gösterime girdiği sene: 2009
Tür: Korku,Gerilim
Yönetmen: Dennis Iliadis
Senaryo: Adam Alleca,Carl Ellsworth (Senaryo),Wes Craven (Eski versiyon senaryosu)
Oyuncular: Sara Paxton,Tony Goldwyn,Monica Potter
Süre: 110 dk.
IMDB puanı: 6.6/10
IMDB Top 250 sırası: Yok
Metacritic puanı: 42/100
Rotten Tomatoes puanı: 42/100
Beyaz Perde puanı: 3.4/5
Divx Planet puanı: 6.4/10
Benim puanım: 6.3/10


İlk filmimiz Secuestrados’un konusuyla benzerlikler taşıyan bir yapım The Last House On The Left.Yine bir aile ve bu aileye musallat olan bir kaç yabancı arasındaki mücadeleyi anlatıyor.Tipik bir Amerikan gerilimi diyebiliriz tarz olarak.1972 yılında Wes Craven tarafından çekilen filmle aynı adı ve konuyu paylaşmakta ancak orijinal versiyonun tadından uzak bence.Yine de IMDB’de 1972 yılındaki filmden daha yüksek puan almış durumda.

İki bölümden oluştuğunu düşündüğüm filmin ilk bölümü,John (Tony Goldwyn) ve Emma’nın (Monica Potter) kızları Mari (Sara Paxton) ile birlikte yaz tatili için orman içindeki göl evlerine tatile gitmeleriyle başlar.Mari çok iyi bir yüzücüdür ve 1 sene önce ağabeyini kaybetmiştir.Bu tatil aileye o trajik ölümden sonra iyi gelecektir.En azından düşünceleri bu yöndedir.Aile göl evine yerleştikten sonra Mari,arkadaşı Paige ile buluşmaya gider.İkili,Paige’in çalıştığı marketteyken Justin adında utangaç bir gençle tanışırlar.Beraber takılmaya karar veren gençler,Justin’in otel odasında vakit geçirmek için marketten ayrılırlar.Ancak burada başlarına gelecekleri önceden tahmin edemezler.Justin’in belalı babası,amcası ve babasının sevgilisi,iki genç kızın üstüne kara bulut gibi çökeceklerdir.Burada yaşanan olaylardan sonra asıl film ikinci bölümüyle başlayacaktır.


Yapım,içinde bir çok Amerikan korku filmi klişesini barındırsa da bazı sahneleriyle insani açıdan rahatsız etmekte.Seyirci fazla kan dökmeden,yer yer psikolojik,yer yer ise klişelerle gerilmeye çalışılmış.Çok farklı bir şeyler bulamayacağınız film,boş zamanınız varsa ve gerilim seviyorsanız izlenebilir.Fazla beklenti içine girmeyin derim.



Hafta sonu gerilim kuşağımız için bu iki filmimiz uygundur efendim.Umarım makbule geçmiştir.Başka alternatif isteyenler olursa seve seve yardımcı olacağımı belirtmek isterim.İyi seyirler.

17 Ocak 2012 Salı

UNUTULMAZ FİLM MÜZİKLERİ – 1

Aklımızda kalanlar sadece izlediğimiz filmler olmaz bazen.İçimize işleyen şahane müzikleri de bizi alır götürür acayip yerlere.Farklı duygularla izlememizi sağlar bu melodiler.İşte ben bugün o müziklerden birkaç tanesini paylaşacağım.Devamı da gelecek.


A Hero Comes Home (Beowulf) : İngiliz edebiyatının destansı hikayelerinden biri olan Beowulf’un film müziği.Film 2007 yılında üç boyutlu bir animasyon olarak gösterime girmiş fakat başarılı olamamıştı.Ancak Idina Menzel’in seslendirdiği A Hero Comes Home şarkısı çok beğenildi.Umut ve neşe dolu bir parça olarak akıllara kazındı.Hala ara ara dinlediğim başarılı bir şarkıdır kendileri.

















Schindler’s List Theme Song (Schindler’s List) : En sevdiğim 10 filmden biri olan Schindler’in Listesi’nin efsanevi şarkısı.Film 7 Oscar alırken,ödüllerden biri de bu parçanın bestecisi olan üstad John Williams’a gidiyordu.Her saniyesi ayrı bir hüzün taşıyan bu başyapıtı dinlerken kendinizden geçiyorsunuz.Böylesine büyük bir dram daha iyi bir şarkıyla anlatılamazdı herhalde.Tek kelimeyle kusursuz.

















Adagio For Strings (Platoon) : Olağanüstü bir film,olağanüstü bir parça daha.Vietnam Savaşı’ndan acı ve dram dolu kareleri bize sunan,4 Oscar sahibi Platoon filminin şarkısı Adagio For Strings.Ne zaman dinleseniz tüylerinizi diken diken ediyor,yüreğinizi parçalıyor.Amerikalı besteci Samuel Barber’in ellerinden çıkan bu başyapıt,günümüzde daha çok Dj Tiesto’nun yeniden düzenlediği versiyonuyla bilinir.Dinledikçe müptelası olunan şarkılardan.

















Anakin’s Betrayal (Star Wars : Episode III - Revenge of The Sith) : Star Wars’un final bölümünden yaralayıcı bir şarkı.Anakin Skywalker’ın Darth Vader’a dönüşmesini anlatan filme çok iyi gittiğini söylemek lazım.Aydınlık ve karanlık tarafı içinde barındıran,Anakin’in iç dünyasını bize hüzünle yansıtan bir çalışma.Soluk kesici bir esinti ve tabi ki yine John Williams...

















Duel of the Fates (Star Wars : Episode I – The Phantom Menace) : Bir John Williams eseri daha.Belki de Star Wars’un en bilinen parçası.Artık dillere yerleşmiş Duel of the Fates,The Phantom Menace filmi için yapılmıştı ancak daha sonraki filmlerde de kullanıldı.Star Wars denilince ilk akla gelen şarkılardandır.Öfke,hırs ve gaz barındıran bir parça.Dinlerken tek isteğiniz,bir ışın kılıcınızın olması ve onu önünüzdeki her şeye savurmak.
















Tell Me Now (King Arthur) : Kral Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri’nin efsanevi öyküsünü anlatan filmin hüzün dolu şarkısı.Hans Zimmer gibi bir ustanın ellerinden çıkan çok ama çok başarılı bir parça.Maire Brennan’ın büyüleyici sesiyle bu şarkıyı dinlerken bambaşka yerlere gidiyorsunuz.Kıymeti bilinemeyen saklı bir hazine gibi.Dinleyin,dinletin.

















The Hands That Built America (Gangs of New York) : Önümüzdeki ay detaylı bir incelemesini yazacağım film olan Scorsese imzalı Gangs of New York’un sonunda çalan parçayla yazıyı sonlandırıyorum.U2’nun kendi albümünde yayınladığı bu şarkı,daha sonra farklı bir düzenlemeyle filmin soundtrackine girdi.İyi ki de girdi.Film bittiğinde başlayan bu şarkıyla başka duygular kaplıyor içinizi.Orijinalinden iyi olduğunu düşünüyorum bu versiyonunun.Başarılı.
















Hepsi birbirinden güzel bu 7 film müziğini keyifle dinlemenizi diliyorum.

12 Ocak 2012 Perşembe

BENİ BESLEYEN ŞEY BENİ YOK DA EDİYOR













“Quod me nutrit,me destruit.”

Beynimde tarifsiz bir uğultu.Terk etmek istercesine çabalıyor bedenimi.Ama gitmiyor da.Ne uyutuyor,ne uyandırıyor.Sersem olsam da sessiz kaçışlardan,ertelemelerden;gitmem gereken bir yer var bu hadsiz uğultuya rağmen.Zihnim yoluma rehber.Görme diye bir şey yok bana,gözlerimi esir etti bu illet.Öyle bir illet ki hem de,elleri her yeri sarıyor sanki.Tutuyor omuzlarımdan sımsıkı kahrolasıca.Barikatlar diziyor,izin vermiyor “O”na olan yolculuğuma.Canımı yakmakta beis görmüyor.Damarlarımdan acımasız korlar akıtıyor güldür güldür.Yaksa iyi,çürütüyor aklın alıp alamadığı ne varsa.Varsın parçalasın,ezsin zaten un ufak olmuş ruh kırıntılarımı.Ben varacağım oralara,alın yazımın biteceğini bildiğim yere.Beni ayaklandıran neyse bu engellere karşı,aynı şeyden olacak kaçınılmaz sonum belli.Her gün eriyorum takatsiz damla damla.Fark etmiyor,fark etse ya…


Sırtımda yüküm.Ağır.2 dakika nefes alayım dedim,bırakmıyor.Yolculuk değil bunun adı.Düpedüz eziyet.Kim yolculuk dediyse kahrolsun.Bana uzaktan kıs kıs gülen acımasızlığın çöllerinde sendelerken hiç umutlanma,düşmeyeceğim kahrolası.Fırtınalar çıkarıp kumlarını bana silah yapsan bile.Zorlanmam ben,yılmam.Uğraşma baş belası.Yıkılmam hissettiğim her şeyde “O”nun yüzü varken.Bedeni,nefesi,kokusu...Bir şekli yok,adı da.Neyi varsa ben uydurdum.Saplantım.Efendim.”O”nun sayesinde ayaktayım ve direniyorum,beni yok edecek olan yine “O”olsa da.Bana sahip olan,ruhumun kaynağının hırçın sularını tüketen.Aynı anda beni ayaklandıran,yaşamın eşsiz tatlarının kapılarını açan,yağmurların damlalarından damarlarıma tazelenme duygusunu aktaran.İstiyor aklım,her yerim.İstedikçe,ilerledikçe acıtıyor canımı.Acı bedende olmuyor hiç.Hep yürekte,hep zihinde.Öldürmeye hevesli olsa da ben “O”nunum.Senden çekinen kim be beynimdeki uğultu.Korkan mı var senden omzumdaki kahrolasıca el.Benim derdim “O”nunla.


Beni besleyen şey beni mahvediyor aynı zamanda.Varsın etsin,şikayet edersem namerdim…

11 Ocak 2012 Çarşamba

OSCAR HEYECANI SARDI DÖRT BİR YANIMI


26 Şubat tarihinde düzenlenecek 84. Oscar Ödül Töreni’nin şov fragmanı yayınlandı.Bu yıl programı,bu görevi daha önce de yapmış Billy Crystal sunacak.İş yüzünden ilk kez canlı olarak izleyemeyeceğim Oscar töreni olması beni ayrıca üzmekte.Buyurun efendim.




9 Ocak 2012 Pazartesi

REVOLUTIONARY ROAD – TEMMUZ’DA

Bugünden itibaren arada bir 2 filmi sizlere tanıtacağım yazılar yayınlamaya karar verdim.Gelişi güzel seçtiğim,izlemeye değer filmleri sizlerle paylaşmak istiyorum artık.Belki aralarında izlemedikleriniz çıkar da seyretmeye karar verirsiniz.

Bugün için seçtiğim filmler Revolutionary Road ve Temmuz’da.Eğer izlemediyseniz kesinlikle tavsiye ettiğim filmlerdir.Şimdiden iyi seyirler.


Revolutionary Road :

Türkçe adı: Hayallerin Peşinde
Yapım: ABD,İngiltere
Gösterime girdiği sene: 2008
Türkiye’de gösterime girdiği sene: 2009
Tür: Dram,Romantik
Yönetmen: Sam Mendes
Senaryo: Justin Hythe (senaryo) , Richard Yates (roman)
Oyuncular: Leonardo DiCaprio,Kate Winslet,Michael Shannon,Kathryn Hahn,Christopher Fitzgerald
Süre: 119 dk.
IMDB puanı: 7.5/10
IMDB Top 250 sırası: Yok
Metacritic puanı: 69/100
Rotten Tomatoes puanı: 68/100
Beyaz Perde puanı: 3.5/5
Divx Planet puanı: 6.8/10
Benim puanım: 7.8/10


Son derece etkileyici olduğunu düşündüğüm bu film,süre ilerledikçe ağır bir drama dönüşüyor.Richard Yates’in aynı adı taşıyan romanından uyarlanan Revolutionary Road,1950’lerde Amerikalı bir çiftin başından geçenleri anlatmakta.Birbirlerine bağlı aşıkların zamanla kendi ego ve idealleri doğrultusunda,kopuk kopuk da olsa birlikte yaşayabilmelerinin hikayesi.

Frank (Leonardo DiCaprio) ve April Wheeler (Kate Winslet) çifti,iki çocuklarıyla beraber mutlu bir evlilik geçirmektedir.İyi yetiştirilmiş ve kaliteli insanlar diyebileceğimiz Wheeler’lar,özgürlüklerine düşkün ve idealisttirler.Bu doğrultuda kendilerini olduklarından daha özgür hissedebilecekleri,lüks ve düzenli bir mahalle olan Revolutionary Road’a taşınırlar.Burada herkes tarafından mükemmel ve imrenilecek bir çift olarak görülürler.

Frank ofis içi bir işte çalışmaktadır ancak kesinlikle düşlediği iş bu değildir.Monoton hayatından yavaş yavaş sıkılmaya başlar.Hayali,April ve çocuklarla birlikte Paris’e yerleşip sanatla uğraşmaktır ancak buna bir türlü cesaret edemez.Bir gün April onu bu hayali gerçekleştirme konusunda ikna eder ve çift bu yeni heyecanın verdiği mutlulukla ışıldamaya başlar.Ancak olaylar beklenmedik şekilde gelişerek çiftin hayatını başka bir yöne doğru sürükleyecektir.




Titanic filminde başrolleri paylaşan Leonardo DiCaprio ve Kate Winslet,yıllar sonra bu yapımda birlikte kamera karşısına geçtiler.Şunu kesinlikle söylemeliyim ki,son yıllarda bu kadar muhteşem bir oyunculuk görmedim.Oscar’lı Winslet ve bu ödülü 2 defa kaçıran DiCaprio adeta karşılıklı döktürmekte.Özellikle hararetli ve duygusal sahnelerde tadına varılmaz bir iş ortaya koymuşlar,izlemeye doyamıyorsunuz.Öfke,hüzün,tutku ne varsa sonuna kadar hissettirmişler.Alkışlar bu ikiliye gidiyor direk olarak.3 dalda Oscar’a aday olan film ne yazık ki eli boş döndü,bu oyunculuklara da yazık oldu.

En çok dram filmlerini seven biri olarak çok beğendiğim bir yapım Revolutionary Road.İzlenmeli.


Im Juli :

Türkçe adı: Temmuz’da
Yapım: Almanya
Gösterime girdiği sene: 2000
Türkiye’de gösterime girdiği sene: 2003
Tür: Romantik Komedi
Yönetmen: Fatih Akın
Senaryo: Fatih Akın
Oyuncular: Moritz Bleibtreu,Christiane Paul,Mehmet Kurtuluş,İdil Üner
Süre: 99 dk.
IMDB puanı: 7.8/10
IMDB Top 250 sırası: Yok
Metacritic puanı: 71/100
Rotten Tomatoes puanı: 89/100
Beyaz Perde puanı: 4.2/5
Divx Planet puanı: 8.1/10
Benim puanım: 8.2/10


Bu filmi gösterime girdiği tarihten çok daha sonra izlediğim için kendime ne kadar kızsam azdır.Deli gibi eğlendiğim ve bitmesini istemediğim harika bir yapım kendileri.Fatih Akın’ın ellerinde çok tatlı bir yol hikayesine dönüşmüş Temmuz’da.Her sahnesi ayrı sevimli.Gülümsemekten kendinizi alamadığınız sımsıcak bir dokunuş.Bittiğinde tekrar başlatırsınız,o derece bağımlılık yapıcı.

Almanya'da stajyer bir öğretmen olan Daniel Bannier (Moritz Bleibtreu) son derece utangaç ve içine kapanık karakterlidir.Bu yüzden de etrafında çok fazla kimse yoktur.Ancak masmavi gözleriyle ışıldayan bebek yüzlü Juli (Christiane Paul), her gün takı sattığı tezgahının önünden geçen bu utangaç gence vurulmuştur.Bir gün Daniel’i yanına çağırır ve ona güneş simgeli bir kolye satar.Hayatının aşkını güneşi takip ettiğinde bulacağını söyleyerek onu o akşam düzenlenecek sokak partisine gitmesi için ikna eder.Amacı,üzerinde güneş simgesi bulunan bir kıyafetle Daniel’in karşısına çıkıp onu kazanmaktır.Ancak geç kalarak Daniel’i başka birine kaptırır:Melek adındaki bir Türk’e.

Melek’in İstanbul’a dönmesinin ardından ona kalbini açmaya karar veren Daniel,arabasına atlar ve İstanbul’a doğru yola çıkar.Her yaz otostop yaparak gelişi güzel bir şekilde dünyayı gezen Juli de tesadüfen o seferki seyahatinde Daniel’in arabasına biner.Genç kız,kendisine aşık olduğundan bir haber olan adamla onun vurulduğu kadını bulmak için yollara düşer ve tadına doyulmaz macera başlar.





Filmdeki yolculuk birbirinden farklı ülkelerde geçiyor doğal olarak.Almanya,Avusturya,Macaristan,Romanya ve Bulgaristan uğranılan duraklar.Macera ise İstanbul’da noktalanıyor.Her bir mekan ayrı bir heyecan,ayrı bir keyifle karşımıza çıkıyor.Ben de böyle bir yolculuk yapmalıyım diyorsunuz adeta.Her saniyesi eğlence ve heyecan dolu,alışkanlık yapıyor.

Fazla söze gerek yok.Fatih Akın’a saygı duymamı sağlayan film budur.Şu ana kadar izlemediyseniz çok şey kaçırmışsınız benden söylemesi.Hemen ne yapın edin,bu sıcak filmi seyredin.Şundan eminim ki mutluluk hapı niyetine arada bir izlerken bulacaksınız kendinizi.

5 Ocak 2012 Perşembe

YENİ LOST ADASI: ALCATRAZ



Uzun süredir aynı yabancı dizilerde takılmakta olan bendeniz,heyecanımı yukarılara taşıyacak bir dizi beklemekteydim ve sanırım J. J. Abrams bu isteğimi duydu.Issız bir adadaki sır dolu olayları anlatan ve dünyayı kasıp kavuran Lost dizisinin yapımcısı Abrams,bu kez üzerinde bulunduğu adayla aynı adı taşıyan dünyaca ünlü Alcatraz Hapishanesi’ndeki bazı olayları konu alacak yeni dizisiyle karşımızda.Alcatraz,gizemli hikayesi ve farklı kurgusuyla kafamızı karıştırıp heyecanlandırmaya ısrarlı gibi duruyor.


Alcatraz’ı duymayanınız yoktur herhalde.Eğer duymayanlar varsa onlar için kısa bir kaç bilgi vereyim.ABD’deki San Francisco Körfezi’nde,sahilden 2,4 km uzaklıkta,ada üzerine inşa edilmiş bir hapishanedir kendileri.Önceleri İspanyollar’a ait olup sonradan ABD yönetimine geçen adadaki bu yapı dünyanın en bilinen hapishanesi olma özelliğini taşır.Ünlü gangster Al Capone dahil olmak üzere bir çok azılı suçluya ev sahipliği yapmıştır.Ayrıca kaçılması imkansız olarak nitelendirilen bu hapishane,“Birdman of Alcatraz”,”The Rock” ve “Escape From Alcatraz” gibi filmlere konu olmuştur.Alcatraz’dan kurtulmak için 29 sene içinde 34 mahkum,toplam 14 kez kaçma girişiminde bulunmuştur.Bunu deneyenlerden bazıları adayı terk etse bile körfezin soğuk sularında kaybolmuştur.1963 yılında ise cezaevi kapatılmış,tüm mahkumlar başka yerlere transfer edilmiştir.Günümüzde ada müze olarak halka hizmet vermektedir.






Şimdi diziye gelelim.Hikayeye göre San Francisco Polis Departmanı’nda çalışan dedektif Rebecca Madsen bir cinayet davasında görevlidir.Olay yerindeki incelemelerde bulduğu parmak izleri onu şaşırtıcı bir gerçeğe götürür.Bu parmak izleri yıllar önce Alcatraz Hapishanesi’nde ölen Jack Sylane adındaki bir mahkuma aittir.İlginç ve inanılması güç olayla ilgili araştırmasını cezaevi üzerine kaydıran dedektif Madsen’in yolu,Alcatraz Hapishanesi hakkında uzmanlaşmış bir doktor olan Diego Soto ile kesişir.Devlet adına çalışan Emerson Hauser’in de davaya dahil olmasıyla çalışma derinleşir.Araştırma sürdükçe Jack Sylane’nin o yıllardan hayatta kalan tek kişi olmadığı ortaya çıkar ve işler iyice karmaşıklaşır.


Dizide Rebecca Madsen rolünü Sarah Jones oynarken,Doktor Diego Soto rolünde Lost’taki Hurley olarak hatırladığımız Jorge Garcia var.Jurrasic Park’ta rol almış,tecrübeli Sam Neill ise Emerson Hauser olarak karşımıza çıkıyor.Dizinin asıl ses getiren tarafı ise tartışmasız yapımcısı.Lost ve Fringe dizileriyle artık herkes tarafından tanınan J.J. Abrams’ın adını duyduğum anda beklentilerim yükseldi.Fragmanı izlememle beraber bir Abrams klasiği olan doğa üstü olayların ve kafa karıştırıcı kurguların geleceğini görmüş oldum.Hafif bir 4400 havasına sahip olduğunu düşündüğüm,umut vadeden bu yapımın yönetmenliğini ise Danny Cannon yapmakta.




Dizinin ilk bölümü ABD’de 16 Ocak Pazartesi günü Fox ekranlarında yayınlanacak.Lost’un finalinde başarısız olan ve Fringe ile kabak tadı vermeyen başlayan J. J. Abrams’ın bu yeni dizisiyle tekrar o keyfi bize yakalatabileceğini düşünmekteyim.Güzel ve heyecanlı dizilere acıkmaya başlamışken bu haber iyi geldi diyebilirim.Türü sevenlerin kesinlikle kaçırmamasını ve takip etmesini tavsiye ediyorum.İleride adından çok bahsedeceğimiz bir yapıma dönüşebilir,kim bilir.


Aşağıda dizinin fragmanını izleyebilirsiniz.